Blogger Template by Blogcrowds








Aşağıya bakıyorum…
Geniş bir otobanın trafiği bütün yoğunluğuyla akmakta…
Çok yukarılarda olduğumdan otobanın kaç şeritli olduğunu seçemiyorum; garipsenecek tarafı ise herkes gidiş yolunda ilerliyor; karşı taraftan gelen yok…
Bu kadar yukarılarda işim ne?
Bu soruyu sorduğum sırada otobanın üstüne gerilmiş incecik bir telin üstünde olduğumun farkına varıyorum. Bu fark ediş dengemi bozuyor, sağa sola yalpalıyorum, hızla ilerleyen araçların arasına yüzlerce metre yükseklikten düşmek an meselesi, ‘Düştüm, düşüyorum!’ derken dengemi sağlamayı başarıyorum…
Ne kadar zamandır bu telin üzerindeyim?
Uçsuz bucaksız otobanın üstüne gerilmiş olan telin başlangıç noktasını görebilme umuduyla geriye dönüyorum. Bir noktadan sonrasını görmek olanaksız! Öteki ucunun da nereye varacağı belli değil! Korkakça attığım minik bir adımla ilerlemeye çalışıyorum. Çaresizlik içinde bir adım daha! Ucu bucağı olmayan telin üstünde ileriye doğru hareket etmenin korktuğum kadar zor olmadığı ortaya çıkıyor.
Herkesin gittiği yöne doğru bir adım daha!
Adımlar adımlara ekleniyor; gece oluyor; soğuk ve ayaz; güneş doğuyor; sıcak ve terletici; bir ara bulutların arasında kayboluyorum…
Uçsuz bucaksız otobanda yalnızca araçlar yok; onlardan çok daha fazla insan araçların arasında ilerlemeye çalışıyor; üç tekerlekli bisikletiyle ilerleyen küçük bir çocuk mesela; mesela doğurmak üzere olan hamile bir kadın; cep telefonundan küfürler savurduğu anlaşılan takım elbiseli bir adam; elindeki otomatik silahıyla etrafındakilere ateş eden bir manyak, arabası yolun kenarında su kaynatmış seksenli yaşlarda bir çift…
Kalabalığın arasındaki neşeli bir insan topluluğu dikkatimi çekiyor; bir düğün alayı sanki; birilerinin tabancasını havaya doğrulttuğunu, arkası arkasına ateş ettiğini görüyorum… Görmüyorum aslında… Burnumun dibinden geçen kurşunlardan böyle bir durumun arasında kaldığımı anlıyorum…
Akşamın karanlığındaki manzara çok daha başka; araçların ışıkları sonsuzluğa doğru uzanan yolu iyice belirginleştiriyor; sigaralardan çekilen her nefeste bir yıldız parlayıp sönüyor sanki; polis arabaları ve ambulansların ışıkları siyah beyaz gecenin rengine canlılık katıyor…
Kendi kendime yalnızlık nakaratlarını tekrarladığım günlerin birinde, yeni bir günün doğduğu ya da doğmak üzere olduğu bir zamanda, bir tanıdığımın yeryüzüne doğru savruluşuna tanık oluyorum. Paraşütü açılmayan bir zavallının çaresizliğiyle dokunabileceğim kadar yakınımdan geçip gidiyor. Son anını görmemek için başımı yukarıya çeviriyorum. Yukarısı belli belirsiz tellerle bir dolu; bir kısmı boş; bir kısmında tanıdıklarım var; yakın akrabalar, uzak akrabalar, arkadaşlar, komşular, dostlar, düşmanlar…
En yakınımdakilerden birine sesleniyorum, duymuyor… Bir başkasıyla bakışlarımız kesiştiğinde el sallıyorum; el sallıyor; işaretlerle burada ne aradığını soruyorum; anlamıyor; ben de onu anlayamıyorum…
Yukarıda benim için bir şeyler ifade edenler, aşağıda kim olduğunu bilmediğim bir güruh; bu insanların arasında bir yerde, incecik bir telin üstünde, her attığım adımda biraz daha ileriye…
Çoğu zaman aşağıdakilere bakıyorum; bir itişme, bir kakışma, gülenler, ağlayanlar, kaçanlar, kovalayanlar, patlayan silahlar, ölenler, öldürenler, hiçbir şey olanlar, çok şey olanlar, bir şey olmaya çalışanlar, ne yaptığını bilemeyenler…
Kimi zaman başımı yukarı çevirerek telin üstündekileri izliyorum; bazen birilerinden daha hızlıyım, bazen birilerinin gerisinde kalıyorum, ender olarak da yeryüzüne çakılan birilerine tanık oluyorum…
Ya benim sıram ne zaman gelecek?

Bu seçimin sonuçları hakkındaki izlenimlerimi nasıl dile getireceğimi düşünürken, karşıma çıkan bir tanıdığın yüzünden kendimi bambaşka bir dünyada buluverdim; hem çok bildik bir dünyada dolaşıyorduk, hem de bir o kadar uzaktı sözünü ettikleri…
“Dolar kaç lira oldu?” diye basit bir soru cümlesinin karşılığında döviz kurlarının hızla yükselmesinin nedenlerini anlatmaya başladı.
Hepimizin bildiği gibi Amerikan ekonomisi kötüleştiği halde doların Türkiye’deki engellenemeyen yükselişi sürüyor. Düz bir mantıkla bakıldığında doların yerlerde sürünmesi gerekir. Karşımdaki kişinin tatmin edici açıklamalar yapacağını umarak dinliyorum.
En başından lafın ucunu Amerika’nın çöken ekonomisinde yaşanan krizin ayrıntılarına dayadı, devamında Amerika’nın ‘Büyük Ortadoğu Projesi’ne, hemen arkasından Amerika’nın Türkiye’yi parçalamak için giriştiği eylem planına, Irak sorununa, Afganistan sorununa…
Oralara kadar neden uzandık ki?
Karşımdaki kişinin Amerika’ya sempatisinin olmadığı belli, benim de yok; dinlemeye devam…
Afganistan işgalinin küresel dengeleri bozduğunu anlatırken, nasıl bir geçişle Türkiye’nin cari açığına geçtiğimizi bilmiyorum ama kendimi ithalat ve ihracat rejimiyle ilgili uzun bir anlatımın içinde buldum. İthalat ile ihracat arasındaki makasın fazla açık olduğundan dolayı cari açığın kapanamayacağını, ithalatın kısılması gerektiğini, Türkiye’deki hammaddelerin kullanılarak ihracat yapılmasının zorunlu olduğunu, bunun için yapısal değişikliklerin gerektiği, üretim olmadan tüketmenin memleketimize faturasının yüksek olacağını…
Hızla yükselen döviz kurlarına döneceğini sanıyordum…
Yanılmışım…
Türkiye ile Fransa’nın dış politikasını konuşmaya başlamışız farkında olmadan; Fransa’nın cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin ilk karısından boşanmasının doğru olmadığı, yine de ikinci karısı Carla Bruni’nin çok güzel olduğu, Fransa’daki araba yakma olaylarının dünyayı yeni bir dönemin eşiğine getirdiği, Zinedine Zidane’ın İtalyan futbolcu Marco Materazzi’ye kafa atmasının da bu olaylarla doğrudan doğruya ilgili olduğunu…
“O maçta Zidane’nın yaptığı da…” diye araya girmeye çalışıyorum ama cümlemin sonunu getiremeden Zidane’nın kafası çok gerilerde kalıyor.
İtalyanların futbolu bizim kadar sevdiğini, onların liginde büyük şikelerin döndüğünü, İtalyan mafyasının hala çökertilemediğini, zaten medya patronunun başbakan olduğu bir ülkede daha fazla bir şeyin beklenemeyeceğini…
“Silvio Berlusconi dönemi geride kaldı…”
Hayır!
Geride kalan onun Silvio Berlusconi hakkında söyledikleriymiş. Şu an gelişmiş ülkelerin Afrika’daki sömürgeleri hakkında konuşmaktaymışız; Somali açıklarında kaçırılan gemilerden, Afrika’daki iç savaşlardan, açlıklardan, diktatörlerden, hatta bir dönemler insan eti yediği söylenen eski Uganda devlet başkanı İdi Amin’den…
Anlatılanlarla ilgili söylemek istediğim onlarca söz var. Araya girebilmek için bir nefes boşluğu bekliyorum. O ise dur durak bilmeden karşıma geçmiş konuşuyor; lafın sonu bir türlü gelmiyor; nefes bile almıyor sanki…
Sanki beni konuşturmamaya yeminli…
Hiç duymadığım şeyleri anlatıyormuş havasında ama onun okuduğu gazeteleri ben de okudum, aynı televizyon kanallarını ben de izledim, ona gelene kadar benzer konuları başkalarıyla defalarca konuştum…
Birileri ‘Susma! Sustukça sıra sana gelecek!’demişçesine, yangından mal kaçırırcasına, ondan önce susanın gırtlağına birileri çökmüşçesine…
Tamam!
Susma!
Doğru bildiğin yolda konuşmaktan çekinme!
Yine de söyleyeceklerini söylemeden önce bir dur; biraz düşün; gereksiz konuşma kirliliğine neden olmamaya özen göster…
Söz kalabalığı arasında dünyayı nasıl algıladığımızı başkalarına anlatırken çok becerikliyiz; ama dünyayı gerçekten algılayabildiğimizden kuşkuluyum…
Algılamaya niyetli miyiz?
O da soru işareti!

KOCAELİ DEMOKRAT GAZETESİ

Daha Yeni Kayıtlar Önceki Kayıtlar Ana Sayfa