Blogger Template by Blogcrowds


Bu doğum günümde ilk kez başıma gelenlerden söz ederken...

- İlk kez pasta kesme rütielini gerçekleştirmedik...

- İlk kez kimseden doğum günü hediyesi almadım…

- Her yılın aynı gününe -30. Ekim- doğum günü geldiğinden, eşim benzer tekrarlardan bıkmış olmalı ki, ilk kez doğum günümü kutlamak için klasik ‘Mutlu Yıllar!’ sözünü söylemeyi unuttu…

- İlk kez tanıdığım yakın arkadaşlarıma doğum günümü hatırlatma çingeneliğinde bulundum; karşılığında gereksinim duyduğum mesajları aldım, ilgilenenlere bir kez daha teşekkür…

- İlk kez doğum günümde yeğenlerimden birinin domuz gribine yakalandığını öğrendim; bir sorun yok, grip geçtikten sonra domuz gribi olduğunu öğrenmişler, hastaneye bile yatmamış, karantina falan uygulanmamış, ayakta atlatmış yani…

- İlk kez doğum günü için http://www.akadirb.blogspot.com/ adındaki blog sayfama duygularımı anlatan bir yazı yazdım.

Buraya kadarı ıvır zıvır…

Bu doğum günümü en önemli olayı ilk kez bir tiyatroda seyirci olarak kutlamış olmamdı!!!

Ayrıntılarına gelelim…

Tiyatroya gitmeye kafaya koyunca, Devlet Tiyatroları'nı internet üstünden taradım, istediğim yerden bilet bulamayacağımı anlayınca, Devlet Tiyatrosu'ndaki okul arkadaşlarımdan birkaçını arayarak yardım istedim. Serpil Gül programın sorumluluğunu üstüne alınca, gönül rahatlığıyla eşimi alarak Şinasi Sahnesi’ne gittik…

Serpil Gül ve Adnan Erbaş'ın da oynadığı ‘Suçlu Yürekler’ adındaki oyuna Serpil’in sayesinde biletsiz girdik. Bütün tedbirler alınmış, gerekenler gerektiğinden fazlaca yapılarak VİP tiyatro seyircisi muamelesi gördük. Bu arada biletsiz seyirci olma durumu öğrencilik yıllarıma geri dönmemi sağladı, bilirsiniz, o zamanlar da öyleydi, amaç para vermeden tiyatro izlemekti…

Aslında bilet fiyatları da çok değilmiş; yanılmıyorsam tam 6 TL, öğrenci 4TL; biz arabamızı park edebilmek için ayakçıya 5TL para ödedik; insan devlet tiyatrosunda mı yoksa otopark mafyasında tanıdığı olsa mı daha iyi olur diye düşünmeden edemiyor…

Oyun iki perdeydi, ikinci perde birinci perdeden daha uzundu…

Oyunun kadın kahramanı başlarda doğum günü pastası olmadığından mum yakarak dilek diliyor...

Ben de kendi kendime tiyatro seyrederken 'Bir dilek dilesen tutar mı?' diye düşünüyorum, 'tutsa da tutmasa da çok sorun olmaz' düşüncesiyle bir dilekte bulunuyorum; ne dilediğimi burada paylaşmayı red ediyorum...


Oyunun bir yerlerinde doğum günü unutulan kahramanımıza yalnızca bir tek hediye geliyor; bir kutu çikolata; onu da kızkardeşi izin almadan yiyiyor; üstelik fındıklı mı diye uçlarından ısırarak kutunun içine bırakıyor; bir takım depresif durumlarda olan kahramanımız bu durumu fazlaca kafaya takıyor...

Ben de aklımda, onun kadar bile hediye almadığımı dolandırıyorum; uçları ısırılmış çikolataya razıyım...

Oyunun final sahnesinde kadın kahramanımızın kızkardeşleri süpriz yaparak doğum günü pastası yaptırıyorlar...

Ben ise 'Ya sabır!' çekiyorum; bana nispet olsun diye doğaçlamadan doğun günü bölümleri mi uydurmuşlar...


Şaka bir yana; arkadaşlarımı sahnede gördüğümde tarifi imkansız bir duygulara kapılıyorum; kendimi o olayın bir parçası gibi duyumsuyorum; biraz kıskançlık var, biraz onlarla gurur duymak var, hem kaç tane arkadaşınızı böyle bir işyerinde ziyaret edebilirsiniz ki…

Doğum günümü tiyatroda kutlamamın, bu yıl tiyatro ile biraz daha içli dışlı olacağımın sinyali gibi algılamak istiyorum; en azından hedefe giden yolda bir başlangıç olsun…

Oyuna gelince...

Tiyatro bölümündeki öğrencilik günlerimizdeki ‘eleştiri-inceleme’ dersinde öğrendiklerimizden yola çıkarak ayrıntısını bir araya geldiğimizde kafa-göz yararak konuşuruz…

Yine de tanıtım bilgileri aktarıyorum...

Suçlu Yürekler
Yazan: Beth Henley
Çeviren: Aclan Büyüktürkoğlu
Yöneten: Aclan Büyüktürkoğlu
Dekor Tasarım: Hakan Dündar
Giysi Tasarım: Esra Selah
Işık Tasarım: Zeynel Işık
Yönetmen Yardımcısı: Nesrin Üstkanat
Asistan: Çağman Pala

Sahne Amiri: Kazım Kerimoğlu
Kondüvit: Serhat Çetin
Suflöz: Sibel Boztaş
Işık Kumanda: Metin Çatma
Dekor Sorumlusu: Ömer Akyüz
Aksesuar Sorumlusu: Davut Akuş

Rol Dağılımı: (Sahneye çıkış sırası ile)
İpek Çeken, Serpil Gül, Adnan Erbaş, Elvin Beşikçioğlu, Berna Konur, Eren Oray

Konu: İnsanı yalnızlığa iten ve kaybolan Amerikan ideallerini; uzunca bir süredir birbirinden ayrı ayrı yaşayıp, hiçbir anlamda birbirine benzemeyen, fakat en küçük kız kardeşin cinayete teşebbüsü nedeniyle bir araya gelen ve sürekli birbiriyle rekabet eden üç kız kardeşin beklenmedik buluşmalarını ve onların fırtınalı geçmişlerini resmederek vurgulayan Plutzer, Golden Globes, New York, Film Critics Circle Awards gibi pek çok ödül kazanmış, Diane Keaton, Jessica Lange, Sissy Spacek' in oynadığı film versiyonuyla 3 dalda Oscar' a aday olmuş tatlı sert bir komedrama.
Aile birlik ve beraberliğinin giderek yok olmaya yüz tuttuğu günümüz dünyasında aradığımız güven ve sevginin sadece aile ortamında bulunabileceğini ifade etmesi açısından da ayrı bir önem taşıyor.

Doğum günü...

Bugün doğum günümken…
Yarım yüzyıllık bir yaşamı geride bırakmama birkaç yıl kalmışken…
Bir berber koltuğunda oturmuş, aynadan beni, benim saçlarımı kesmeye kendini kaptırmış berberi ve berberin kestiği saçların kucağıma dökülüşünü düşünüyor, siyah ve gün geçtikçe fazlalaşan beyaz saçlara dikkatlice bakıyor, seyrelmeye başlayan saçlarımın ruh halini biraz daha anlamaya çalışıyorum…

O saçların arasında otuz üç yıldır arkadaşlığımı sürdürdüğümü bir arkadaşımı görüyorum; onunla yaşadığımız onlarca aşk, yüzlerce macera, binlerce anının arasından ilk aklıma gelen; deniz kenarında bir büyük votkayı iki şişeye paylaştırdığımız, üstüne portakal suyu takviye ettiğimiz, tek kişilik yer yatağını dalgaların dibine kadar çektiğimiz, votkalarımızı içerek gökyüzünde kayan yıldızları seyrettiğimiz, her kayan yıldızın birinin öldüğü anlamına geldiğini, ellerinle kayan yıldızı göstermenin uğursuzluk getireceği düşüncesiyle, ‘Hı?’ gibilerinden bir soruyla görüp görmediğini onaylattığımızı, eğer gördüyse ‘Hııı,’, görmediyse de ‘Ihhıı’ yanıtı alarak sızıp kaldığımız geceyi anımsadım…
İlk aşkımı düşündüğümde yirmi sekiz yıl öncesi aklıma geliyor; bir tiyatro binasında, sahne ışıklarının oldukça az, seyir yerinin bütünüyle karanlık olduğu ortamda, gizlemeye çalıştığım gözyaşlarıyla ilk aşkımın öğretmenine duygularımı anlatıyorum…

En eski arkadaşım kadar önemsediğim üniversite arkadaşımla, yirmi altı yıl öncesinde, bir gecekonduda, dört unutulmaz yılımızı paylaşmıştık; yeni tanıştığımız iki kız arkadaşın yurda giriş saatlerini kaçırmaları için iki saat boyunca ‘Mor Adam’ hikayesini anlattığımı, sonuçta kızların yurda giriş saatini kaçırdıklarını ama hikayenin sonunu öğrenemediklerini kendi kendime gülümseyerek anımsıyorum…
Üniversitede aynı ders sırası paylaştığım arkadaşım da onun kadar özeldi…
Bir zamanlar iş ortağım ve asker arkadaşımla birçok unutulmaz anının arasında yirmi yılı geride bırakmışız…
Ev, eş, çocuk derken tanıştığım, gerçek yaşam mücadelesinin kolay ve zor günlerinde bir arada olduğumuz arkadaşımla on beş yıl geride kalmış…
Bir dernek ortamında tanıştığım on üç yıllık arkadaşımı da listeye ekleyeyim…
Berberin koltuğundan önüme dökülen saçlarıma bakarken, eşimle ve oğlumla yaşamımın üç gününden birini beraber geçirdiğimi anımsıyorum; oğlum yaşamının tamamını bizimle yaşarken, eşim ise yaşadığı her iki günden birini benimle geçirmiş…
‘Bir dakikamızı bile boşa harcamayalım,’ derken nerelerden nerelere gelinmiş…
Ben olmasaydım da bu dünyadaki yaşam daha farklı olmayacaktı; kötüler yine kötülüklerini yapacaklar, iyiler yine iyi olmaya çalışacaklar, ne iyi ne de kötü olanlar da iyi ya da kötü yaşamlarını sürdüreceklerdi…
Ama, fakat, lakin…
Ben olduğum için bu dünyanın bensiz bir dünyadan daha farklı olduğunu da kabul etmek gerekir; dünyanın bir ucunda kelebek gibi çırptığım kanatlarım, dünyanın başka bir yerinde depremler yaratabiliyor, tsunamilere neden olabiliyor, benim sayemde birilerinin yaşamları değişiyor ve o birileri de başkalarının yaşamlarını değiştirebiliyor; birbirlerini tetikleyen domino taşları misali…
Bundan sonra yaşanacaklar geçmişte bıraktıklarından daha az olacak; her gün birileri eksilecek, bir gün de berberin kestiği siyah ve beyaz saç kırpıklarını geride bırakarak eksilenlerin arasına karışıp gideceğim…

Bazen…
Yuvadan uçup gitmek ister insan; nereye gideceğini bilmemektedir; ama neresi olursa olsun bir yerlere gitmek istediğine şüphe yoktur…
Zaman yuvadan uçma zamanıdır; bugün uçmasa da yarın uçacaktır, yarın olmasa da öteki gün, günün birinde, günler çok daha fazla ilerlemeden…
Sen ‘Daha iyi bir yuva mı bulacak?’ diye sorgularken, o gideceği yuvanın kendisi için önemli olmadığına çoktan karar vermiştir; belki nasıl bir yuvaya başını sokacağının kaygısı vardır, belki nasıl karnını doyuracağının ya da üstüne giyeceği kıyafetin kaygısını yaşamaktadır; ama karşı karşıya kaldığı durumlar yolundan dönmesi için bir neden oluşturmamaktadır…
Hem neden her şey kötü olsun ki?
Uzaklara doğru kanat çırpmadan uçmanın ne kadar yorucu olduğunu bilemezsin, başka bir yere konmadan ayaklarının üstünde durup duramayacağından emin olamazsın; belki birkaç kanat çırpışında nefesin kesilecek, konmaya çalıştığı yerde sendeleyerek ayağını burkacaksın, belini inciteceksin, belki kafanı taşlara çarpacaksın…
Ne yaparsan kendin için!
Gökyüzünde senin gibi kanat çarpanlarla karşılaşmadan, bir zamanlar söylemek istenenlerin anlamını kavrayamazsın; belki yalan yanlıştır, belki eksik anlatılmıştır, belki fazla abartılmıştır; o sürünün arasında kanat çırpmadan bilemezsin…
Belki o sürüden de koparak bütünüyle yalnızlaşacaksın…
Belki o sürüden yalnızca birine takılarak kader birliği yapacaksın…
Belki gökyüzünde kanat çırparken yaşamın her yerde aynı olduğunu görerek hayal kırıklığına uğrayacaksın…
Belki her kanat darbesi yeni bir coşku, yeni bir umut olacak, ne geriye dönecek, ne de uçtuğun yuvayı özleyeceksin…
Bir gün, yıllarca kanat çırpmanın yorgunluğuyla uçtuğun yuvaya geri dönmek istediğinde, o yuvanın senin gidişinle boşaldığını, geriye gelişinin yuvanın içini dolduramayacağını, seninle birlikte yuvayı terk eden kişinin kim bilir nerelere uçtuğunu, nerelere konduğunu bilemeyeceksin…
Öyle olsa da yelkovanın akrebe hızla tur bindirdiği bir dünyada yaşadığını düşünerek üzülme, zaman akıp gidiyor, sen de bir tur daha fazladan atarak yeni ufuklara doğru yeniden kanatlarını çırpabilirsin…
Umutla…
Gururla…
Kendin olarak…

Bir dost...
Yirmi yıl öncesindeki tanışıklığımız Sivas’taki askerlik günlerimize dayanıyor; birlikte nöbet tutabilmek yapılan fedakarlıklar, ‘Aç! Aç!’ gösterileri, Amerika’nın ilk Irak saldırısında kaçak durumuna düşmemek için oynanan oyunlar, tiyatro çalışmaları, kazan dairesinde verilen şarap partileri, birliğin duvarında ‘En büyük asker bizim asker!’ diye atılan naralar…
Askerliğin hemen sonrasında Antalya’da başlayan iş ortaklığı, sırt sırta vererek soğuk depo işinde rakipleri dize getirmek, buz tutmuş yollarda yokuş yukarı araba itmek, benzini biten arabamızı nasıl iteceğimizi planlarken karşımıza çıkan benzin istasyonu, bu arada birlikte hayatın tadını çıkarmak, yaşantımıza giren sevgililer, en büyük aşkımın tanığı, en büyük aşkımla evliliğimizin tanığı, oğlumun doğduğu günlerin tanığı, oğlumun yaşadığı sıkıntılı günlerin tanığı…
Yaşamın yıprattığı ilişkiler arasında yıpranan iş ilişkimiz, her gün biraz daha sertleşen kapışma süreci, sektörün en büyük fuarına katılışımız sırasında ortaklıktan ayrılmaya karar verişimiz, o gece babamın ölümüyle bir süre ertelenen ayrılık süreci, ne kadar kalplerin kırıldığı bilinemez ama medenice ayrılış…
Aynı sektörde rekabet yapan eski ortakların itişip kakışması, bazen hüzün, bazen komedi, zaman ilerledikçe birbirimizin hayatında neredeyse hiç yer almamak; duydum ki evlenmiş, duydum ki baba olmuş, duydum ki babasını kaybetmiş…
Biraz daha zaman geçiyor aradan…
Biraz daha babalarımızın yaşamlarımızda yarattığı boşluğu dolduruyoruz…
Biraz daha baba oluyoruz…
Bir dostun ufacık yönlendirmesiyle yapılan telefon görüşmesi, hemen sonrasında ailece tanışma, bira eşliğinde lambuka balığı avına çıkış, ailece yenilen akşam yemeği sırasında yaşanılan keyifli günleri yeniden anımsayış…
Sözünü ettiğim Can Hakan Karaca’yla Çelebi Marina’daki akşam yemeğinde, geçmişin acı ve tatlı günlerini, birbirimizden habersiz geçen yılların neleri getirip, neleri götürdüğü üstüne unutulmaz bir sohbet yaptık…
22. EYLÜL 2009
ANTALYA

Bazen…
Kendini yitirir insan; hangi zamanda yaşadığını bilemez, nerede olduğunu bulamaz…
Kimi zaman da sevdiklerinde birini yitirir; annesidir, babasıdır, arkadaşıdır, sevgilisidir, çocuğudur belki de, belki de uzaktan uzağa takip ettiği medyatik biridir; bir anda gözünün önünden kaybolur gider, parmakları parmaklarından ayrılır, bir daha seyrek duyar adını başkalarının dudaklarından…
Zamanla yitirdiğinin yokluğuna alışmaya başlarsın…
O olsa iyi olur ama olmasa da olabildiğini anlarsın…
Ya yitirdiğin kişi sensen?
Sen kendin olmadan yaşamaya ne kadar devam edebilirsin?
Kendi bedeninde başkasını yaşamayı ne kadar kabullenebilirsin?
Mevlana’nın dediği gibi; göründüğün gibi olamıyorsan olduğun gibi görünmenin bir yolunu bulmaya çalışmalısın!
Bu nasıl bir yoldur?
Bir başkasını arıyor olsan, polise gidersin, hastanelere bakarsın, gazetelere kayıp ilanı verirsin, dedektifler falan tutarsın…

Ya kendini aramaya çıktığında?
Bir polis karakoluna gidip ‘Ben kendimi arıyorum!’ diye şikayet dilekçesi veremezsin, hastaneleri dolaşarak ‘Beni buralarda gördünüz mü?’ diye soramazsın, gazetelere ‘Beni görenlerin bana haber vermesi durumunda mükafatlandırılacaktır,’ diye ilanlar yayınlatamazsın, tutacağın dedektif parasını arayandan mı yoksa aranılandan mı alacağını bilemeyecektir…
Kendini yitirmene neden olan kişi eşin olabilir mi?
Çocuğun da olabilir!
Ev halidir, iş halidir, bin bir türlü dünyanın hali var, onlardan biridir!
Nazar deymiş de olabilir!
Ya da tanrının işidir…
Belki de çok uzaklara gitmeden Yunus Emre’nin sözlerine kulak vermek gerekmektedir; her ne ararsan kendinde ara, Kudüs’te, Mekke’de, hacda değildir…


NOT: Bu yazı Famale Dergisi'nin (http://www.female.gen.tr) 2014 Kasım sayısındaki 'Simurg' köşesinde yayınlanmıştır. 

Sıkıntı...


Bazen…
Öylesine çaresiz kaldığınız bir an olur ki; çoğunuz yaşamışsınızdır, bilirsiniz…
Elinizden hiçbir şeyin gelmeyeceğini bildiğiniz halde çözüm üretebilmek için çırpınırsınız; ıkınırsınız; sıkılırsınız; içinizdeki umudu yitirmemeye çalışarak çabalarsınız; ya bu işin altından kalkarsam…
Nasrettin Hoca’nın ‘Ya tutarsa?’ dediği gibi…
Tutmaz ama…
Milyonda bir tutacağı tutarsa, o da size denk gelmez…
Düşünün ki; hayatınızın kadını sizden zenci bir çocuk doğurmak istiyor, siz ise zenci değilsiniz, hayatınızın kadını da beyaz ırktan…
“Bu iş benimle olmaz!” diyerek işin içinde çıkmaya çalışırsınız.
Dinlemez!
“İlla ki senden olacak!” diye ayak direr.
Bir çözüm bulmalısınız!
Michael Jackson gibi ırkını nasıl değiştirebileceğini düşünürken Afrika kökenli bir köle olmadığınız için dünyanın emperyalist düzenine lanetler yağdırırsınız…
“Sperm bankasından bir zencinin spermiyle hamile kalmanı sağlayalım mı?”
“Olmaz!” diye haykırır. “Ben zenci çocuğu senden yapmak istiyorum!”
Ya sabır!
Bu durum sorunu çözmek değil, çözümü olmayan sorunla cebelleşmektir…
Bu gibi çaresizlikler bazen hayatınızın kadınında karşınıza çıkar, bazen kan bağınız olan bir akrabanızda, bazen komşunuzda, bazen ev sahibinizde, bazen kiracınızda, bazen işyerinizde, bazen müşterinizin birinde, bazen alacaklınızda, bazen borçlunuzda, bazen yolda yürürken, bazen dünyanın bilemediğiniz bir köşesiyle ilgili yapılmış gazete haberinde…
Sözünü ettiğim çaresizlik böyle bir şey…
Siz?
Bu gibi sıkıntıları yaşıyor musunuz?
Bu gibi sıkıntılarla karşı karşıya kalıyor musunuz?
Bu gibi sıkıntılarla karşı karşıya kaldığınızda ne yapıyorsunuz?

Cam Bebek...

Cam bebek…
Cam bebek camdan yapılmıştır…
Camdan yapılmış cam bebeğin içi de dışı da birdir, neresinden bakarsanız bakın, öteki tarafını görmekte sıkıntı çekmezsiniz, herkese ne kadar şeffafsa, size de o kadar şeffaf davranır, bunu kullanmadığınız sürece şeffaflığını izlemenize izin verir…
Camdan yapılmış cam bebek etrafına ışık saçmakta, küçücük bir ışığı pırlantanın parlaklığıyla çoğaltarak çevresini aydınlatmakta, bu onun daha parlak, daha göz alıcı, daha ışıl ışıl görünmesine, bu yüzden de gözlerin kamaşmasına neden olmaktadır…
Camdan yapılmış cam bebek güzeller güzelidir, oldukça alımlıdır, ona dokunacak kadar yakınlaştığınızda benzerine ender rastlanan bir sanat eseri olduğunun farkına varırsınız…
Camdan yapılmış cam bebek çok da çekicidir, hiçbir şey yapmasa bile insanları kendine çeken büyülü bir havası vardır, yanına yaklaşmanıza izin verir, ama dokunamazsınız, dokunmaya çalıştığınız zaman büyük olasılıkla kırılmasına neden olursunuz…


Camdan yapılmış cam bebek olabildiğince de kırılgandır, en ufak bir dikkatsizliğiniz bir yerlerinin kırılmasına neden olabilir, onu bir kez kırdınız mı da kolay kolay eski haline getiremezsiniz, kırdığınız parçaları birleştirmeye çalışsanız bile birleşim yerlerindeki izleri yok edemezsiniz…
Camdan yapılmış cam bebek kendisini göstermek istediğinde gözünüzün önünde belirir, başınızı hangi yöne çevirirseniz çevirin onu görür, onun varlığını duyumsarsınız, lakin görünmek istemediğinde tamamıyla şeffaflaşarak gözlerinizin önünden kayıp gider, nereye gittiğini bilemezsiniz, arasanız da bulamazsınız, bulsanız da yeniden yok olmayacağını garanti edemezsiniz…
Camdan yapılmış cam bebeğin yaşamının bir parçası haline dönebilmek her kula nasip olmaz, onu tanıyabilen oldukça şanslıdır, tanıyamayanlar da şansına küsmek zorundadır…
Camdan yapılmış cam bebek tek sevdiğim oyuncağımdır, on yedi yıldır sonu gelmeyen evlilik oyunumuzun en önemli oyuncusudur, birlikte oynadığımız oyunlar kitap sayfalarını doldurmaktadır, çoğu zaman birlikte gülmüşüzdür, bir o kadar da birlikte üzülmüşüzdür, yeri gelmiş sırt sırta vermişiz, yeri gelmiş karşı karşıya kalmışız, bazen kıskanmışız, bezen umursamamışız, bazen de öfke dolu günlerle haftalarımızı ya da aylarımızı tüketmişizdir…
Camdan yapılmış cam bebekle yaşamak nasıl bir ayrıcalıksa, bir o kadar da zordur; onun camdan bir bebek olduğunu asla unutmamalısınız, bazen unuttuğunuzda, bazen ipin ucunu kaçırdığınızda büyü bozulur, onun paramparça bir halde karşınızda bulursunuz, ne yapacağınızı bilemezsiniz, parçaları birleştirmek yıllarınızı alır, yeniden parçalanma olasılığına da hazır olmalısınız…
Camdan yapılmış cam bebekle oyunumuzun nereye kadar süreceği bilinmez; belki bir gün paramparça bir halde bulduğum halde parçalarını bir araya getiremeyeceğim, belki bütünüyle şeffaflaşarak yok olup gidecek; ama kesin olan bir şey varsa, cam bebeğin yerini başka hiçbir oyuncu dolduramayacaktır…

PEG...



Bugün…
Kış ha geldi, ha gelecek…
Son günlerde, haftalar ya da aylar gelip geçerken, birbirinden değerli birçok yılı gereksiz yere geride bırakmışım…
Bu satırları yazdığım dakikalarda, kimselerin desteğini almadan, ne eşime, ne oğluma, ne dostlarıma, ne de düşmanlarıma sormaya gerek duymadan klavyenin tuşlarına dokunduğumu fark ettim…
Bu günümün diğerlerinden daha kötü olma olasılığı bulunduğu ya da bu yılımın hayatımdaki en kötü yıl olabileceğini bildiğim halde, her an evimin, işimin ya da yaşadığım yerin değişmesi söz konusuyken, beklentiler ve sorumluluklarım peşimden koşuştururken, ben yazıyorum…
Ne yazacağımı merak etmeye başladınız mı?
Dolandırmadan söyleyeyim…
Dün çoktandır yapmadığımız bir şeyi yaparak, geç yattığımız halde, sabahın erken saatlerinde uyanmaktan üşenmeyerek, Mengen ormanlarının arasındaki Şirin Pansiyon’a gitmek üzere yola çıktık. Eşimle ortak zevkimiz olan Eskişehir yolu üstündeki Kafes’ten çayımızı, kahvemizi ve lezzetli poğaçalarını alarak yola çıktığımızı belirtmeliyim. Yaklaşık 180 Km. gidecektik, bir o kadar yolu da geriye döneceğimizi hesaplarsak, zor bir günün bizi beklediği ortadaydı. İlk dakikalardan başlayarak otobanda 190 km hızla ilerleyerek arabamızı test ettim. Sonuç olumlu! Yolculuk çabuk bitmesi sonucu destekliyor! Bir gün önce pansiyona gelmiş olan değerli dostlarımız ve onların değerli iki dostu ormanın ortasındaki bir masada kahvaltı yapmaktaydı. Anında masaya dahil olduk; gerçek tereyağı, gerçek köy yumurtası, gerçek manzara, gerçek dostlar, gerçek sohbetler…
Lafı dolandırmadan asıl konuya geleyim diyorum ama laf da dolanıp duruyor…
Bir meme hastalıkları uzmanı ve bir de estetik cerrah olunca, sağlık üstüne yapılan konuşmanın devamı sağlıksız ilişkilere gelip dayandı. On beş-yirmi yıl önce yaşadıkları sorunlar, bugün bizim yaşadıklarımızın bire bir aynısı değil mi; sanki bize yaşamı öğretmek için ormanın ortasındaki kahvaltı masada toplanmışlar, anlatıyor da anlatıyorlardı. Ben de belli etmeden konuşmaların birçoğunu gizli belleğime depoluyordum…
Asıl konuya geliyorum, az kaldı…
Sonra ‘Kanlıca’ adıyla bilinen mantarı toplamak için doğa yürüyüşüne çıktık; kimi mantar topladı, kimi topluyormuş gibi yaptı, kimi sohbeti tercih etti; ben ise yürüyüş zamanını sabahtan beridir konuşulanları değerlendirerek fotoğraf çekmeyi tercih ettim…
Asıl konuya gelince…
Ha, hazır aklımdayken, biz Ankara’ya oldukça erken döndük; akşamımız ise Gölbaşı tarafındaki Şövalye Restoran’da aynı dostlardan ikisiyle yediğimiz keyifli bir akşam yemeğiyle sona erdi…
Desem de…
Dün geçe oldukça geç bir saatte yattım, bir uyuyup, bir uyandım, şu an birkaç saatlik uykuyla, bir bilgisayarın ekranı önünde tuşlara tek tek dokunurken ‘Pozitif Enerji Günleri’ programını başlatma kararını almış bulunmaktayım; başlangıç zamanı belli, umarım son kullanım tarihi ölene kadardır…
Bu kararımı uyku sersemliğime verebilirsiniz…
Ya da doğrudan doğruya sersemlik olarak değerlendirebilirsiniz…
PEG…
Pozitif Enerji Günleri…
Bu program hakkında ayrıntılı bilgiye ulaşmak istiyorsanız beni takip edin…
PEG iyi…
PEG doğru…
PEG güzel…

Gönül Kayması...

Bazen…
İstesen de, istemesen de gönlün kayıverir…
Nasıl olduğunu bilemeden kendini bambaşka bir boyutta buluverirsin; ben kimim, neredeyim, buralara nasıl geldim…
Ne bir adım geri dönebilirsin, ne bir adım ileriye gidebilirsin; bir yol ağzındasındır; geriye baktığında geçmişin sıkıntılarından başka bir şey görünmemektedir, ilerisi ise çok daha belirsiz…
İster istemez bir karar verme durumudur söz konuşu olan!
Belki onunla yaşadığın aşk olmasaydı?
Belki onunla evlenmeseydin?
Belki çocuk olmasaydı?
Belki de çocuk bu kadar büyümeseydi?
Ya o ne olacak?
Ya ben?
Ya da biz?
Yaşama yeniden başlamak çok mu geç gerçekten?
Şu gönül kayması nereden çıktı başıma, durup, dururken…
Belki de teğet geçecektir, bir şeyleri yıkıp, yok etmeden…
Belki de…

Daha Yeni Kayıtlar Önceki Kayıtlar Ana Sayfa