Blogger Template by Blogcrowds

Mutluluk...

2010 yılı kapının eşiğine gelmiş, dayanmış...

Herkesin herkese 'mutluluklarla dolu bir yıl' dilediği günlerde, mutluluk üstüne birkaç satır yazarak tanıdıklarıma ve tanımadıklarıma mutluluklarla dolu bir yıl dilemek istiyorum...

Bir zamanlar hayatımın kadınına “Seni nasıl mutlu edebilirim?” sormuştum…

“Bir buçuk karatın üstünde tek taş pırlanta alarak!” diye kısa ve net bir yanıt vermişti.

“Kaç paraymış bu yüzük?” diye sorunca da, bir anda ortaya pırlanta katalogları çıkmıştı; pırlantaların kesim biçimi, üstündeki lekeler, ışıktaki yansımaları, yüzüğe uygulama teknikleri, sertifikaları, yurtiçi ve yurtdışındaki pazarlama teknikleri, en ucuza iyi bir pırlanta sahibi olmanın püf noktaları, vs…

O günlerde böyle bir maddi yükün altından kalkamayacağımı söylediğimdeyse mutsuz olmuştu. Onun mutluluğunu belirleyen bilmem kaç bin dolar değerindeki bir cam barçası mıydı? Öyle bir cam parçasını parmağında dolaştırıyor olsaydı mutlu bir insan olarak yaşamını sürdürebilecek miydi? Bu isteğin sonsuz bir mutluluk kaynağına dönüşebileceğinden emin olabilseydim, bilmem kaç bin doları bir cam parçasına vermekten bir an bile çekinmezdim…

Tek taş pırlanta üstüne konuşmalarımız Nil Karaibrahimgil’in ‘Tek taşımı kendim aldım’ şarkısıyla önemini yitirdiği günlerde iyi bir araba almaktan söz ediyorduk. O dönemdeki bir konuşmamız sırasında iyi ve büyük bir jipe binmek istediğini söylemesi bende hayal kırıklığı yaratmıştı. Ona almayı düşündüğümüz arabanın yeterince iyi olduğunu anlatmış, onu mutlu edemediğim için de mutsuz olmuştum…

Kalem benim elimde olduğundan mutluluk konusundaki örneklemeyi tek insan üstünden yaptım, benzer örnekler benim için de geçerli, bu yazıyı okuyan herkes için de…

Gösterişli örneklerle kendimizi kısıtlamayalım; örneğin ayakkabınızı boyatmak için bir boyacı sandığının önünde beklemektesiniz, işinin ustası olan boyacınız ayakkabınızı boyuyor, cilalıyor, en sonunda paçalarınızı düzelterek işinin bittiğini söylüyor, sen de ayakkabına bakıyor, istediğin gibi olmadığını görerek mutsuz bir yüz ifadesiyle oradan uzaklaşıyorsun…

Ha bilmem kaç bir dolar değerindeki pırlanta, ha üç kuruşluk ayakkabı boyası; sonunda aynı mutsuzluk…

Sizce mutlu olmak ya da olamamak yukarıda sözünü ettiğim cümlelerde anlatıldığı gibi midir?

‘Evet,’ diyenler bu yazıyı okumaya dikkatle devam etsinler.

‘Hayır!’ diyenleri bir adım öne davet ediyor ve ‘mutluluk’ kelimesinin yerine hangi kelimeyi yerleştirebileceklerini düşünmelerini istiyorum.

Tatmin olmak…

Doyuma ulaşmak…

Orgazm falan…

Bu yanıtları verenleri bir adım daha öne davet ediyor, şimdi de gözlerinden öpüyorum.

Devamına gelince…

Kişilere, durumlara, olaylara bağlı olarak yaşadıklarımız ‘tatmin olmak’ ya da ‘tatmin olmamak’ durumuyla ilgilidir. Ben hayatımın kadınına araba alınca tatmin olmuş, ayakkabımı istediğim gibi boyatamayınca da tatmin olamamıştım. Hayatımın kadını iyi bir arabası olduğu için tatmin olmuş, iyi bir jipe binemediği için de tatminsizlik duygusu yaşamıştı…

Bir zamanlar hayatımın kadınına ‘Benimle bir gecekonduda bile yaşamayı göze alabilir misin?’ diye sorduğumda, teklifimi yeterince tatmin edici bulmadığından gözlerimin içine şaşkınlıkla bakmıştı; bir gecekonduda yaşamak benim için de tatmin edici değildi…

Bu arada yaşamımdaki en mutlu günlerin üniversite yıllarında yaşadığım gecekonduda geçtiğini sizlerle paylaşmalıyım…

Son olarak üç beş kelimeyle mutluluğun ne olduğundan ya da ne olması gerektiğinden söz edelim. Bana ne kadar katılırsınız ya da katılmazsınız bilemem ama mutluluk bilerek ve isteyerek yapılan bir seçimdir. Yaşama nasıl baktığınızla ilgilidir. Bir duruştur. Bir yaşama biçimidir. Bulunduğunuz yerden dünyayı rahatlıkla görebilmeniz için önünüze iki pencere yerleştirilmiştir; mutluluk penceresi; mutsuzluk penceresi; hangisinden bakacağınıza kendiniz karar vereceksiniz.

Eğer mutlu olmayı seçtiyseniz, tek taş pırlanta olmadan da, iyi bir jipe binerek ya da binmeyerek de, bir ayakkabı boyacısı ayakkabınızı istediğiniz gibi boyamasa da, tatmin olarak ya da tatmin olmadan yaşayarak da mutlu olmayı becerebilirsiniz.

Eğer beni ciddiye almaya niyetlendiyseniz; bozulan ekolojik dengeleri, global ekonomik krizi, küresel ya da yöresel terörü, savaşları, düşmanlıkları, geçmişin sıkıntılarını, geleceğin kaygılarını yaşamınızın önüne geçirmeden yaşayacağınız 2010 yılı sizin için mutluluk hedefinizin gerçekleştiği bir yıl olsun...

Seçim sizin…

Bazen…

Bir köşede duran eskimiş koltuğu atmanız gerekir…

Evin perdesinden halısına, vitrininden sehpasına kadar her şey değişmiş, eski canlılığını yitirmiş koltuk ise ilk günden beridir konulduğu yerinde öylece durmakta, her odaya girdiğinde gözüne batmakta, farkında olmadan eskimiş koltuğun üstüne yayıldığında ne olduğunu anlayamadığın bir tedirginlik yaratmaktadır…


Onu odanın köşesinden kaldırıp atmak bir takıntı haline dönüşmüştür. Eski bir koltuk parçasına hesap vermeye gerek olmadığı halde bir ortam, bir fırsat, bir vesile olmasını beklemektesindir. Çok geçmeden bir arkadaşınla, ‘Bir gün seninle bira içmeye gidelim,’ muhabbeti arasında kurmayı düşündüğü evine mobilya alacağını öğrenir, ona önayak olurken, eski koltuğun yerine yenisini almayı aklından geçirirsin...

O günlerde düşündüklerini elinde olmayan nedenlerle gerçekleştiremezsin. Başka bir şehirde bambaşka heyecanlar yaşarken evinde bıraktığın koltuğu değiştirmek aklından çıkar gibi olmuştur. Bir ara yeni ev kurmayı düşünen arkadaşınla telefonlaşırken yeniden evinin köşesindeki eski koltuğu anımsar, ondan uzaklarda olsan da aklının bir köşesinden çıkaramadığının farkına varırsın...

O arkadaşının eviyle ilgili hayallerini telefonda dinlerken evinin başköşesindeki koltuktan kurtulmayı iyiden iyiye kafana koyarsın. Artık hayallerinde yeni alacağın koltuğun nasıl olacağı vardır. Yeni ev kuracak arkadaşınla sonu gelmek bilmeyen telefonlarda, onun almayı düşündüğü eşyalar ve senin alacağın koltuğun üstüne konuşur, her konuşmada ortak zevklerinizin birbirinizden farklı olmadığını anlarsınız. O seni anlamakta, eski koltuktan kurtulmana saygı duymakta, yeni alacağın koltuk için kışkırtıcı önerilerde bulunmaktadır. Basit bir koltuğu değiştirmenin bu kadar eğlenceli olabileceğini hiç aklına getirmemişindir. Evine döner dönmez ilk işinin koltuğu değiştirmek olacağı konusunda kendine söz verirsin…

Öyle de yaparsın…

İlk iş olarak arkadaşınla birlikte ortak zevkinize uygun bir koltuk satın alırsın. Bu arada ilerleyen samimiyetinizden cesaret bularak yeni koltuğun hanginizin evinde daha şık duracağını konuşmaya başlamış, eski koltuğu yenileyim derken karşında yepyeni bir yaşam bulmuşsundur. Bu heyecanla evinden içeri girer, hiç düşünmeden eskimiş koltuğu kollarının arasına aldığın gibi kapının önündeki kaldırıma bırakırsın. Huzur içinde kapıdan girerken için kıpır kıpırdır. Eski bir eşyadan kurtulan oda ferahlamış, perdeler gülümsemekte, televizyonun bulunduğu konsol ‘İyi yaptın!’ dercesine takdir etmekte, son aldığın geniş kanepeler ise yaptığını onaylarcasına başını sallamaktadır…

Bir süre geniş kanepenin köşesine oturarak koltuktan boşalan boşluğu seyredersin. Yüzündeki gülümseyiş farkına varmadan yerini acı bir tebessüme terk etmiştir. Bir kadeh şarap doldurarak geniş kanepeye geri dönersin. Elinde olmadan kapının önüne bıraktığın koltuğun yaşamındaki güzel günlerini düşünmektesindir; o koltuğun kolları arasında nasıl huzur bulduğunu, o koltukta otururken nasıl kahkahalarla güldüğünü, onun üstündeki sevişmelerini, ağlamalarını, yaşamının en özel anlarını onun üstünde yaşadığını…

Bir an için kaldırımın kenarına bıraktığın koltuğu eski yerine koymayı aklından geçirir, böyle bir şeyi yapmayacağını bildiğin halde elindeki şarap kadehiyle ayağa kalkar, pencereye yanaşır, seni kınayan perdeyi umursamadan aralayarak koltuğu bıraktığın kaldırıma bakarsın…

Orada değildir!

O kaldırımdan çekip gitmiş ya da birileri tarafından alınıp götürülmüştür!

Parmaklarının arasında tuttuğun şarap kadehini dudaklarına götürürken gözlerinin dolmaya başladığını duyumsar, geniş kanepeye dönene kadar gözkapaklarında biriken yaşları dizginler, sonra da bütünüyle kendini damlacıklara teslim edersin…

Bu eski koltuk için döktüğün son gözyaşıdır…


Kemal Aydoğan’ın Oyun Atölyesi'nde yönettiği oyunların tamamını izleyen bir seyirci olarak, dün akşam da son yönettiği “7” (şekspir müzikali) adındaki oyundaydım…

Bu hikayenin biraz daha öncesine gidecek olursak -yaklaşık 28 yıl kadar öncesinden söz ediyorum- Kemal Aydoğan’la dostluğumuz AÜ DTCF Tiyatro Bölümü’nde başlamış, dört yıl birlikte geçen öğrencilik günlerimiz, birkaç yıl sonra TRT’de birlikte çalıştığımız bir dizi film projesi, arada görüşülmeyen uzun yıllar ve son yedi-sekiz yıldır da Oyun Atölyesi’ndeki sürecini ilgiyle izleyiş…

Son zaman diliminde arkadaşımın yönettiği oyunları izlerken, başarısını kendi başarım gibi görüp mutlu oluyorum. Birçoklarının kutsal bir kitap gibi görmek istediği Shakespeare’in oyunlarını -kim ne diyecek kaygısına düşmeden- yüreğini ortaya koyarak yaptıklarını izlemek ayrı bir mutluluk…


Bu arada yönettiği Othello, Hırçın Kız ve Atinalı Timon üstüne yaptığımız konuşmaların arasında bir Shakespeare kolajı yapmayı düşündüğünden söz etmişti. İyi bir oyun ortaya koyacağına kuşkum olmasa da çok ilgi çekici bir proje olabileceğini sanmamıştım. Yıllar önce sözünü ettiği oyunu dün akşam sahnede izleyince, en basit bir anlatımla iki buçuk saat boyunca büyülendim; tiyatro eğitimi almış biri olarak yirmi beş yıl önce izlediğim bir gösteri dışında beni böylesine büyüleyen başka bit tiyatro olayına tanık olmamıştım; daha fazla ne diyebilirim ki…


Bu satırlarda Haluk Bilginer’in oyunculuğunu kimselere anlatmaya gerek yok, yalnızda kendisini sahnede defalarca izleme fırsatını bulan bir seyirci olmanın ayrıcalığını yaşayabilmenin büyük bir mutluluk olduğunu söylemeliyim…

Şekspir Müzikali’nin ilk anından son anına kadar, bu kadar canlı, bu kadar samimi, bu kadar eksiksiz, bu kadar uyum içinde oyunculuk sorumluluklarını yerine getiren Evrim Alasya, Selen Öztürk, Zeynep Alkaya ve Tuğçe Karaoğlan'ın da hakkını vermeliyim…


Ve tabi ki oyunun muhteşem müzikleri için Tolga Çebi'nin ve orkestradaki arkadaşların da hakkı verilmeli…

Ve tabi ki sahne tasarımında Bengi Günay'ın da…

Ve tabi ki ışık tasarımında İrfan Varlı'nın da…

Ve tabi ki maske ve tasvir tasarımında Özlem Karabay'ın da…

Emeği geçen herkesin de, her şeyinin de…

Dün akşamın başka bir güzel tarafı da muhteşem gösteriyi Devlet Tiyatrolarındaki sınıf arkadaşlarımızdan Serpil Gül, Oktay Dal, Yusuf Sağlam ile Tiyatro okullarındaki akademisyen sınıf arkadaşlarım Türel Ezici, Tülin Özgündoğdu Sağlam ile birlikte izlememizdi…

Oyunun sonrasında Kemal Aydoğan’ı ekip arkadaşlarından kopararak Park Caddesi’nde Shakespeare adındaki mekana gittik. Oyunun adıyla gittiğimiz mekanın adının aynı olması bütünüyle rastlantıdır. Zaten sigara gereksinimi ve canlı müziğin biraz uzağında olabilmek için dışarıdaki bir masada biralarımızı içmeyi tercih ettik. İzlediğimiz oyun hakkında özel ve Türk Tiyatrosunun geleceği hakkında genel konuşmalarımız arasında zaman hızla akıverdi.


Bir ara 'Atmış yaşında kendine yapacak iş bırakmamışsın,' diye Kemal'le sataştım.
Böyle bir söze hazırlıklı olan arkadaşım, 'Testosteron oyunundan sonra da aynısını söylemişlerdi,' diye aradan sıyrıldı...

Ankara’nın ayazında donmadan hemen önce de mekanı terk ettik. Gruptan sona kalan ben ve Oktay, sınıf arkadaşımızı oteline bırakmaya niyetliydik ama oteldeki oyuncuların ve teknik ekiptekilerin fasıl muhabbetinde olduğunu görünce bir kadehlik takılalım dedik. Bu arada tiyatro üstüne konuşmalarımız kesintisiz sürüyordu; ne çok konuşulacak laf varmış; söyle söyleyebildiğin kadar, bir türlü sonu gelmek bilmiyor…

Oktay ile otelden ayrılırken de saat sabahın beşi olmuştu, bir de çorba molası verince yatağıma ulaşmam sabah ezanına denk düştü…

Her şeyiyle unutulmaz bir geceydi…



Tutkuncan...
Anne adı Kıymet, baba adı A.Kadir...
Siz ona kısaca Tutkun diyebilirsiniz; tanımayanlar için kendisi on beş yaşındadır, Erken Başarı kolejine gitmektedir...
Bazıları yaşama zor tarafından tutunur; Tutkun onlardan birisi sayılır mı bilemiyorum ama yaşamındaki zorlukların birisi de ileri derecede işitme kaybının olmasıdır...
O da babası gibi zoru sevdiği için onlarca spor dalının arasından Amerikan futboluna merak sardı. Nereden aklına geldi? Neden öyle bir sporu tercih etti? Daha uygunu seçemez miydi? Bu güne kadar çocuklarının kararlarına saygı duyan anneler ve babalar gibi davrandığımızdan hayallerini sınırlandırmak istemedik. Tutkun da tek başına yaptığı araştırmaların sonunda kendisi için uygun takımın ODTÜ'nde olduğuna karar verdi; hatta bu nedenle liseyi bitirdikten sonra ODTÜ'nde okuyacağını söylemeye başladı...
Onun haftalar süren baskısına daha fazla direnemeyerek, geçen hafta ODTÜ'nin kampüsünde, ürkütücü kıyafetler içindeki Amerikan futbol takımının antremanını izlemeye gittik. Bir fırsatını bulduğumuzda da takımın koçlarından İzzet hocaya Tutkun'un isteğini anlattık. Ben komik bulunacağımızı düşünürken Tutkun'un takımda olmasının kendileri için sorun yaratmayacağını söyleyen İzzet Hoca tarafından dumura uğratıldım!
Tutkun ise mutluluk doluydu...
"İşitme engeli sorun olmaz mı?"
"Biraz daha dikkatli olmaya özen gösteririz."
Neredeyse mucize gibi birşey!

Ertesi gün Tutkun'la sohbet ederken, ingilizce sınavına fazla çalıştığını, iyi bir not alacağından emin olduğunu, fakat matemetik sınavından istediği notu alamayacağını söylüyordu. Matematik dersinin ingilizceden daha önemli olduğunu anlatmaya başladım.
Bir ara sözümü keserek, "Ama ODTÜ'nde dersler ingilizce okutuluyor," diyince ne söyleyeceğimi bilemedim.
Kariyer planlamasını şimdiden yapan oğlum ODTÜ'ne gitmeyi fazlasıyla kafaya koymuş. Türkçe cümle kurmayı zorlukla beceren, kurduğu cümleleri söylemekte sıkıntı çeken, ortaokulda işitme engelli olduğu için ingilizce dersinden muaf tutulan bir genç adamın Amerikan futbolu oynamak için ODTÜ'ne gitmek istemesine duyduğum hayranlığı sizlerle paylaşmak istedim...
Ya biz çok istediğiniz bir şey için ne kadar özveride bulunuyoruz?
Düşünmeye değer...

Bilmeyenler için açıklayalım...
Bir hafta önce bloglar aleminin ilgiyle izlenen blogcularından Kıymet tarafından 'kitaplar' konusunda mimlenmiştim. Fazla mızıkçılık etmeden iyi bir dost olarak bildiğim blogcu arkadaşıma sorumluluğumu yerine getireyim...

1. Şu an okumakta olduğunuz kitap ve kısaca konusu:

Son onsekiz yılımın en değerli varlığını yaşanmımdan silip atmaya çalışırken Dharma yayınlarından çıkan Aykut Oğut'un 'Evrenden Torpilim Var' kitabıyla tanıştım. Bir televizyon yıldızı dostum, geçmişimi arabamın silecekleriyle silmeye çalıştığımın fark etmiş ve yağmursuz bir havada çalışan sileceklerin gıcırtılarından gıcık kaparak bu kişisel gelişim kitabını önerilmişti.
Kitapta Rhonda Byrne'nın The Secret/Sır adlı kitabında anlatılanlar Aykut Oğut'un bakış açışıyla yeniden anlatılmış; yazar yaşamı güzelleştirebilmek için evrenden neyi ve nasıl istememiz gerektiğinin püf noktalarını anlatmaya çalışıyor.
Ben de kitabı bitirir bitirmez on sekiz yıllık geçmişimin bir an önce silinebilmesi için evrene mesajlar göndermeye başladım, mesajlarımın sonuçlarını merakla bekliyorum, gelen sonuçları sizlerle de paylaşırım, içiniz rahat olsun...

Bu arada biraz şımarıklık gibi olacak ama kendi yazdığım 'Yazarın Ölümü' adındaki yedinci romanımı da şu anda okuduklarımın arasına eklemeliyim. Konusuna gelince; bir yazar, bir roman ve o yazarın yarattığı roman kahramanının yazarıyla iç içe geçen garip macerası anlatılıyor. Son cümle biraz garip oldu ama başka türlü yazılamazdı! Günün birinde basıldığı zaman okuyacak olursanız; (Beni ikna edenlerin basılmadan da okuma şansı olabilir...) yaşamın gerçekleri ve yaşamın saçmalıkları arasına sıkışan günümüz insanının kaosuna bir de benim gözümden tanık olursunuz...


2.En son aldığınız kitap:

Ben konserve edilmiş bilgileri okumaktan pek hoşlanmadığım halde 'Evrenden Torpilim Var' adındaki kitabı   sözünü ettiğim dostumun yönlendirmesiyle satın almıştım; kitapta anlatılan birçok şeyi de sevdim; sanırım doğru zamanda doğru bir kitapla buluşmuş olmalıyım...
Kitabın yazarının benimle aynı tiyatro bölümünden mezun olması ve onun hocalarından bazılarının da arkadaşım olması ayrı bir cazibe noktası...

3.Şimdiye kadar aldığınız kitaplar arasında en sevdiğiniz:

Turgut Özakman hocamın 'Korkma İnsancık Korkma' romanı blogcu arkadaşım Kıymet gibi en sevdiğim kitaptır; onunla aynı kitabi sevdiğimizi anımsamak içimi bir hoş etti; biraz daha kurcalayacak olursak kim bilir daha neleri anımsayacağız...
Bu satırları tiyatro bölümündeki öğrenciliğim sırasında dört yıl boyunca yazarlık dersi vererek bana yazarlığın ne olduğunu öğreten hocama bir güzellik olsun diye yazmadım. Gerçekten iyi bir roman! Biraz çarpık, biraz mahsum, biraz da umutsuz bir aşkı basit bir dille anlatılıyor, aşkın uç noktalarını yaşamak isteyenlere şiddetle tavsiye olunur...

4.Bir türlü bitiremediğiniz, bitirseniz de illallah dedirten kitaplar:

Şımarıklık yapmaya devam ederek Orhan Pamuk'un romanlarını okumaktan zevk aldığımı itiraf etmeliyim; biraz mazoistçe bir durum ama...
'Sessiz Ev', 'Beyaz Kale' ve en önemlisi de 'Benim Adım Kırmızı' romanları su gibi akıp gitti. 'Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti,' diye başlayan 'Yeni Hayat' romanı ise ilk satırı dışında pek de beni etkilemedi. 'Mahsumiyet Müzesi' benim için sıradan bir roman olarak anımsanacak. 'Kara Kitap' ise okurken çok zorlandığım, birkaç kez, 'Bana ne bu piskopatın bunalımından, onun bunalımlarıyla karışık saçmalıklarının kahrını çekmez zorunda mıyım...' diyerek elimden bırakmaya niyet ettiysem de sonuna kadar okumayı başardım ve okuduğum en iyi romanlardan birisi olarak anımsayacağım; çok kahrını çektiğimden mi, yoksa gerçekten iyi bir romam olduğundan mıdır, bilemiyorum...
Nobel ödüllü Doris Lessing'in 'Gene Aşk' adındaki kitabının ne kadar uğraştıysam da sonunu getiremedim. Orhan Pamuk'un 'Kara Kitap'ını bile okumayı başardığım halde Doris teyzeyi sonuna kadar okuyamanın huzursuzluğu hala içimdedir...

5. Elinizdeki kitap bitince okumayı düşündüğünüz kitap:

Çok değer verdiğim bir dostumla, henüz adının koymadığımız bir kitabı birlikte okumaya başlayacağız; önerisi olan varsa, değerlendirmeye açığız...

Ben de son kitabı çok satanlar listesine girmeyi başaran yazar arkadaşım Patricia Muradi ile kendisini hiç tanımadığım halde davetimi karşılıksız bırakmayacağını sandığım Brajeshwari'den yanıt rica ediyorum...

İsteseniz de, istemeseniz de…

Siz insanların yaşamından çekip gidene dek birileri de durmaksızın sizin yaşamınızdan çıkıp gidiyor; bu kişi bazen annen, bazen baban ya da karındır; ya da bir dost, bir arkadaş, bir sevgili…

Bazen ansızın ortalıktan kaybolurlar, nereye kaybolduklarını ya da hayatta olup olmadıklarını bilemezsin…

Bazen arkalarına bakmadan yürüyüp giderler…

Bazen de bir tabutun içine koyarak gideceği yere kadar sırtında taşırsın…

Bu sabahın ilk saatlerinde gidip de geri dönmeyenlerin arasına Cam Bebek’in babası Hacı Bekir Özdemir de katıldı. Seksen yedi yaşındaydı. Bu yaşına rağmen hiçbir rahatsızlığının olmadığını söylerken bir karın ağrısıyla hastaneye girip, bir saat içinde ameliyata alınıp, üç hafta boyunca yoğun bakım ünitesinde yaşama direndikten sonra dünyadaki yolculuğunu sona erdi…

Bir aile meclisinde sohbet sırasında, “Ya damat,” diye dikkatimi üstünde toplayan kayınpederim yaşamdaki deneyimlerini paylaşmaktan fazlasıyla hoşlanırdı. “Geçenlerde bizim kamyona kereste sardığımızda…”

İlk cümlesindeki ‘kamyon’ kelimesine takıldım; neredeyse on beş yıllık damadıydım ama bu süre içinde hiç kamyonu olmamıştı, yeni bir kamyon alsaydı da haberim olurdu…

“Hayırdır baba? Kamyon mu aldın?” diye sorarak emin olmaya çalıştım.

“Yok canım!”

“Hangi kamyon sözünü ettiğin?”

Kırk yıl önce aldığı kamyonundan söz ediyormuş…

İnsanın yaşı doksanına dayanınca kırk yıl öncesi geçenlerde gibi geliyor olmalı…



Ben bunları düşünürken evinin önüne Hacı Bekir Özdemir’i taşıyan cenaze arabası yanaştı. Gözyaşları içinde okunan duaların sonrasında Mengen’in bir köyüne doğru yola çıktık…

Köydeki caminin avlusunda yenilen cenaze yemeği; mercimek çorba, kuru fasulye, pilav ve kavurma…

Cenaze namazını kıldıran hocanın yönlendirmesiyle haklarımızı birbirimize helal ettik; merhum Hacı Bekir abimize hakkınızı helal ediyor musunuz, ediyoruz, ediyor musunuz, ediyoruz, ediyor musunuz, ediyoruz…

Omuzlarda taşınarak götürüldüğü köyün mezarlığı, ilk eşinin yanında açılan mezar çukuru, dualar eşliğinde üstüne örtülen toprak ve son dualar…

Son yolculuğuna uğurladığımız Hacı Bekir Özdemir gittiği yerde huzur bulsun…










Hanımın Ciftliği dizisinin çekimleri sırasındaki izlenimlerimi önceki yazımda paylaşmıştım. Bu fotoğrafları da eklemek istedim...

Hanımın çiftliği…

Bir kez daha ilgiyle izlenen televizyon dizisinin setindeyim. Daha önceki yazılarımın birinde setteki izlenimlerimi paylaşmıştım. Bu seferki izlenimlerimi de devamına eklemek istiyorum…


İki gün önce çekilmesi planlanan bir kavga sahnesi için ben, Mehmet Çevik ve Caner Cindoruk’la birlikte kırk kilometre uzaklıktaki Karataş ilçesinin Oymaklı Köyü’ndeki Teneke Mahallesi’nde kurulan sete doğru yola çıkmıştık. Yarım saatlik yolculuğun çoğu sağlık üstüne yapılan konuşmalarla geçti; Mehmet serum tedavisinin yeni bittiğini söylerken, Caner elindeki poşeti dolduran ilaçları neden kullandığını anlatıyordu. Gecenin dördünde çekimi bitirip, ertesi sabahın dokuzunda yeniden sete dönmek oldukça zor olmalı…

Teneke mahallesine ulaştığımızda, görüntü yönetmeni Oktay Başpınar her zamanki dinamikliğiyle hazırlıklarını tamamlamaya çalışmakta, dizinin diğer yönetmeni Şengül Atak çekeceği sahnenin kafasındaki ayrıntılarına son biçimini verebilmek için çekim alanında dolanmakta, kostümcüler bir an önce oyuncuları giydirebilmenin telaşında, bir başkası makyajla uğraşmakta, bir diğeri ezberleri kontrol etmekte, herkes akşamın ayazında koşuştururken fazlasıyla üşüyenler bir köşede yanmakta olan ateşin başında ısınmaktaydı…

Ben Teneke mahallesindeki seti dolaşırken, Yılmaz Güney’in Umut filminin de aynı mekanda çekildiğini, hemen dibinde durduğum çeşmenin olduğu yerde, atı ölen Yılmaz Güney’in ağadan para istediği sahnenin çekildiğini öğreniyorum. Yaklaşık üç saat sonra kavga sahnesinin seti hazırlanıyor, provaları tamamlanıyor, tam çekime başlanacağı sırada oyunculardan birinin rahatsızlanmasıyla çekim iki akşam sonrasına erteleniyor…


Bu sabah da Mehmet Aslantuğ, Mehmet Çevik ve Haki Biçici’nin çırçır fabrikasında geçen bir sahnesi var; set yine kırk kilometre uzaklarda bir yerlerde… Bir dakika bile sürmeyecek bir görüntüyü çekebilmek için yarım gün boyunca çalışılıyor. Çekim aralarında oyuncularla sohbet ederken, kolay gibi görünen işlerinin hiç de kolay olmadığını, iyi paralar kazanıyorlarmış gibi görünseler de, karşılığını fazlasıyla verdiklerini düşünmeden duramıyorum…

Öğleden sonra çekimin tamamlanmasıyla kilometrelerce yolu gerisin geriye dönüyoruz. Otelde birkaç saatlik dinlenme sonrasında kırk kilometre uzaklıktaki Teneke Mahallesi’ne gideceğiz. İki gün önce yarım kalan sahne yeniden çekilecek. Biz sete ulaştığımızda bütün hazırlıklar tamamlanmış, yağmura yakalanma olasılığı yüzünden çekimin ertelenebileceği düşüncesinin ekiptekileri tedirgin ediyor. Oyuncular arabadan iner inmez çekime başlıyorlar. Hafiften serpiştiren yağmurda aksilik olmadan ilerlenirken, yağmur temposunu arttırmaya başlayınca şemsiyelerin altında ara vermeden devam çekime devam ediliyor.


Deri mont ve iki kat giyilmiş kazağın altından gecenin ayazını, kapüşonumun üstünden de serpiştiren yağmuru fazlasıyla duyumsuyordum. İncecik gömlek ve ceketleriyle üşümüyormuş gibi davranan oyuncular ise sonu gelmeyecekmişçesine tekrarlanan çekimler sırasında yerlere devriliyor, çamura bulanıyor, alnının ortasına kafa darbesi alıyor, bu sırada canları acısa bile, gerçek acılarını gizleyerek, rol gereği acı çekiyormuş gibi yapıyorlardı; açı, karşı açı, uzak plan, yakın plan, genel çekimler, ayrıntılar, bir tekrar aşağıdan, iki tekrar yukarıdan, onun omzundan, ötekinin bacaklarının arasından derken dört saatlik çekim maratonunun sonuna geliniyor…

Hepsi birkaç dakika sizleri televizyonun başında oyalayabilmek için!

Belki de yanınızdakilerle konuşurken ya da mutfağa meyve almaya gittiğinizde dizinin o sahnesinin fark edemeyeceksiniz…

Belki de kavga sahnelerinden hoşlanmadığınız için başka bir kanala zaplayacaksınız…

Belki de o sahneyi inandırıcı bulmayacak ya da kendinizi dizinin kahramanının yerine koyarak gördüklerinize fazlasıyla ikna olacaksınız…

Ben ise o görüntüleri izlediğim sırada ekranda gösterileni değil, set işçisinden teknik ekibine, oyuncusundan yönetmenine kadar verilen emeği anımsayacağım…




Şanlı Urfa'dan Ankara'ya dönerken Gazi Antep yakınlarında güneşin batışına denk gelince birkaç fotoğraf çekemeden geçemedim...









Dört beş yıldır doğduğum ama yaşamadığım memlekete gitmiyordum, çok değişmis, çok kentleşmiş, çok sıradanlaşmış...




Sabaha karşı Adana'dan yola çıkmıştım, güneşin doğuşu sırasında Gazi Antep'ten geçiyordum...

Daha Yeni Kayıtlar Önceki Kayıtlar Ana Sayfa