Blogger Template by Blogcrowds

Mutluluk...

2010 yılı kapının eşiğine gelmiş, dayanmış...

Herkesin herkese 'mutluluklarla dolu bir yıl' dilediği günlerde, mutluluk üstüne birkaç satır yazarak tanıdıklarıma ve tanımadıklarıma mutluluklarla dolu bir yıl dilemek istiyorum...

Bir zamanlar hayatımın kadınına “Seni nasıl mutlu edebilirim?” sormuştum…

“Bir buçuk karatın üstünde tek taş pırlanta alarak!” diye kısa ve net bir yanıt vermişti.

“Kaç paraymış bu yüzük?” diye sorunca da, bir anda ortaya pırlanta katalogları çıkmıştı; pırlantaların kesim biçimi, üstündeki lekeler, ışıktaki yansımaları, yüzüğe uygulama teknikleri, sertifikaları, yurtiçi ve yurtdışındaki pazarlama teknikleri, en ucuza iyi bir pırlanta sahibi olmanın püf noktaları, vs…

O günlerde böyle bir maddi yükün altından kalkamayacağımı söylediğimdeyse mutsuz olmuştu. Onun mutluluğunu belirleyen bilmem kaç bin dolar değerindeki bir cam barçası mıydı? Öyle bir cam parçasını parmağında dolaştırıyor olsaydı mutlu bir insan olarak yaşamını sürdürebilecek miydi? Bu isteğin sonsuz bir mutluluk kaynağına dönüşebileceğinden emin olabilseydim, bilmem kaç bin doları bir cam parçasına vermekten bir an bile çekinmezdim…

Tek taş pırlanta üstüne konuşmalarımız Nil Karaibrahimgil’in ‘Tek taşımı kendim aldım’ şarkısıyla önemini yitirdiği günlerde iyi bir araba almaktan söz ediyorduk. O dönemdeki bir konuşmamız sırasında iyi ve büyük bir jipe binmek istediğini söylemesi bende hayal kırıklığı yaratmıştı. Ona almayı düşündüğümüz arabanın yeterince iyi olduğunu anlatmış, onu mutlu edemediğim için de mutsuz olmuştum…

Kalem benim elimde olduğundan mutluluk konusundaki örneklemeyi tek insan üstünden yaptım, benzer örnekler benim için de geçerli, bu yazıyı okuyan herkes için de…

Gösterişli örneklerle kendimizi kısıtlamayalım; örneğin ayakkabınızı boyatmak için bir boyacı sandığının önünde beklemektesiniz, işinin ustası olan boyacınız ayakkabınızı boyuyor, cilalıyor, en sonunda paçalarınızı düzelterek işinin bittiğini söylüyor, sen de ayakkabına bakıyor, istediğin gibi olmadığını görerek mutsuz bir yüz ifadesiyle oradan uzaklaşıyorsun…

Ha bilmem kaç bir dolar değerindeki pırlanta, ha üç kuruşluk ayakkabı boyası; sonunda aynı mutsuzluk…

Sizce mutlu olmak ya da olamamak yukarıda sözünü ettiğim cümlelerde anlatıldığı gibi midir?

‘Evet,’ diyenler bu yazıyı okumaya dikkatle devam etsinler.

‘Hayır!’ diyenleri bir adım öne davet ediyor ve ‘mutluluk’ kelimesinin yerine hangi kelimeyi yerleştirebileceklerini düşünmelerini istiyorum.

Tatmin olmak…

Doyuma ulaşmak…

Orgazm falan…

Bu yanıtları verenleri bir adım daha öne davet ediyor, şimdi de gözlerinden öpüyorum.

Devamına gelince…

Kişilere, durumlara, olaylara bağlı olarak yaşadıklarımız ‘tatmin olmak’ ya da ‘tatmin olmamak’ durumuyla ilgilidir. Ben hayatımın kadınına araba alınca tatmin olmuş, ayakkabımı istediğim gibi boyatamayınca da tatmin olamamıştım. Hayatımın kadını iyi bir arabası olduğu için tatmin olmuş, iyi bir jipe binemediği için de tatminsizlik duygusu yaşamıştı…

Bir zamanlar hayatımın kadınına ‘Benimle bir gecekonduda bile yaşamayı göze alabilir misin?’ diye sorduğumda, teklifimi yeterince tatmin edici bulmadığından gözlerimin içine şaşkınlıkla bakmıştı; bir gecekonduda yaşamak benim için de tatmin edici değildi…

Bu arada yaşamımdaki en mutlu günlerin üniversite yıllarında yaşadığım gecekonduda geçtiğini sizlerle paylaşmalıyım…

Son olarak üç beş kelimeyle mutluluğun ne olduğundan ya da ne olması gerektiğinden söz edelim. Bana ne kadar katılırsınız ya da katılmazsınız bilemem ama mutluluk bilerek ve isteyerek yapılan bir seçimdir. Yaşama nasıl baktığınızla ilgilidir. Bir duruştur. Bir yaşama biçimidir. Bulunduğunuz yerden dünyayı rahatlıkla görebilmeniz için önünüze iki pencere yerleştirilmiştir; mutluluk penceresi; mutsuzluk penceresi; hangisinden bakacağınıza kendiniz karar vereceksiniz.

Eğer mutlu olmayı seçtiyseniz, tek taş pırlanta olmadan da, iyi bir jipe binerek ya da binmeyerek de, bir ayakkabı boyacısı ayakkabınızı istediğiniz gibi boyamasa da, tatmin olarak ya da tatmin olmadan yaşayarak da mutlu olmayı becerebilirsiniz.

Eğer beni ciddiye almaya niyetlendiyseniz; bozulan ekolojik dengeleri, global ekonomik krizi, küresel ya da yöresel terörü, savaşları, düşmanlıkları, geçmişin sıkıntılarını, geleceğin kaygılarını yaşamınızın önüne geçirmeden yaşayacağınız 2010 yılı sizin için mutluluk hedefinizin gerçekleştiği bir yıl olsun...

Seçim sizin…

Bazen…

Bir köşede duran eskimiş koltuğu atmanız gerekir…

Evin perdesinden halısına, vitrininden sehpasına kadar her şey değişmiş, eski canlılığını yitirmiş koltuk ise ilk günden beridir konulduğu yerinde öylece durmakta, her odaya girdiğinde gözüne batmakta, farkında olmadan eskimiş koltuğun üstüne yayıldığında ne olduğunu anlayamadığın bir tedirginlik yaratmaktadır…


Onu odanın köşesinden kaldırıp atmak bir takıntı haline dönüşmüştür. Eski bir koltuk parçasına hesap vermeye gerek olmadığı halde bir ortam, bir fırsat, bir vesile olmasını beklemektesindir. Çok geçmeden bir arkadaşınla, ‘Bir gün seninle bira içmeye gidelim,’ muhabbeti arasında kurmayı düşündüğü evine mobilya alacağını öğrenir, ona önayak olurken, eski koltuğun yerine yenisini almayı aklından geçirirsin...

O günlerde düşündüklerini elinde olmayan nedenlerle gerçekleştiremezsin. Başka bir şehirde bambaşka heyecanlar yaşarken evinde bıraktığın koltuğu değiştirmek aklından çıkar gibi olmuştur. Bir ara yeni ev kurmayı düşünen arkadaşınla telefonlaşırken yeniden evinin köşesindeki eski koltuğu anımsar, ondan uzaklarda olsan da aklının bir köşesinden çıkaramadığının farkına varırsın...

O arkadaşının eviyle ilgili hayallerini telefonda dinlerken evinin başköşesindeki koltuktan kurtulmayı iyiden iyiye kafana koyarsın. Artık hayallerinde yeni alacağın koltuğun nasıl olacağı vardır. Yeni ev kuracak arkadaşınla sonu gelmek bilmeyen telefonlarda, onun almayı düşündüğü eşyalar ve senin alacağın koltuğun üstüne konuşur, her konuşmada ortak zevklerinizin birbirinizden farklı olmadığını anlarsınız. O seni anlamakta, eski koltuktan kurtulmana saygı duymakta, yeni alacağın koltuk için kışkırtıcı önerilerde bulunmaktadır. Basit bir koltuğu değiştirmenin bu kadar eğlenceli olabileceğini hiç aklına getirmemişindir. Evine döner dönmez ilk işinin koltuğu değiştirmek olacağı konusunda kendine söz verirsin…

Öyle de yaparsın…

İlk iş olarak arkadaşınla birlikte ortak zevkinize uygun bir koltuk satın alırsın. Bu arada ilerleyen samimiyetinizden cesaret bularak yeni koltuğun hanginizin evinde daha şık duracağını konuşmaya başlamış, eski koltuğu yenileyim derken karşında yepyeni bir yaşam bulmuşsundur. Bu heyecanla evinden içeri girer, hiç düşünmeden eskimiş koltuğu kollarının arasına aldığın gibi kapının önündeki kaldırıma bırakırsın. Huzur içinde kapıdan girerken için kıpır kıpırdır. Eski bir eşyadan kurtulan oda ferahlamış, perdeler gülümsemekte, televizyonun bulunduğu konsol ‘İyi yaptın!’ dercesine takdir etmekte, son aldığın geniş kanepeler ise yaptığını onaylarcasına başını sallamaktadır…

Bir süre geniş kanepenin köşesine oturarak koltuktan boşalan boşluğu seyredersin. Yüzündeki gülümseyiş farkına varmadan yerini acı bir tebessüme terk etmiştir. Bir kadeh şarap doldurarak geniş kanepeye geri dönersin. Elinde olmadan kapının önüne bıraktığın koltuğun yaşamındaki güzel günlerini düşünmektesindir; o koltuğun kolları arasında nasıl huzur bulduğunu, o koltukta otururken nasıl kahkahalarla güldüğünü, onun üstündeki sevişmelerini, ağlamalarını, yaşamının en özel anlarını onun üstünde yaşadığını…

Bir an için kaldırımın kenarına bıraktığın koltuğu eski yerine koymayı aklından geçirir, böyle bir şeyi yapmayacağını bildiğin halde elindeki şarap kadehiyle ayağa kalkar, pencereye yanaşır, seni kınayan perdeyi umursamadan aralayarak koltuğu bıraktığın kaldırıma bakarsın…

Orada değildir!

O kaldırımdan çekip gitmiş ya da birileri tarafından alınıp götürülmüştür!

Parmaklarının arasında tuttuğun şarap kadehini dudaklarına götürürken gözlerinin dolmaya başladığını duyumsar, geniş kanepeye dönene kadar gözkapaklarında biriken yaşları dizginler, sonra da bütünüyle kendini damlacıklara teslim edersin…

Bu eski koltuk için döktüğün son gözyaşıdır…


Kemal Aydoğan’ın Oyun Atölyesi'nde yönettiği oyunların tamamını izleyen bir seyirci olarak, dün akşam da son yönettiği “7” (şekspir müzikali) adındaki oyundaydım…

Bu hikayenin biraz daha öncesine gidecek olursak -yaklaşık 28 yıl kadar öncesinden söz ediyorum- Kemal Aydoğan’la dostluğumuz AÜ DTCF Tiyatro Bölümü’nde başlamış, dört yıl birlikte geçen öğrencilik günlerimiz, birkaç yıl sonra TRT’de birlikte çalıştığımız bir dizi film projesi, arada görüşülmeyen uzun yıllar ve son yedi-sekiz yıldır da Oyun Atölyesi’ndeki sürecini ilgiyle izleyiş…

Son zaman diliminde arkadaşımın yönettiği oyunları izlerken, başarısını kendi başarım gibi görüp mutlu oluyorum. Birçoklarının kutsal bir kitap gibi görmek istediği Shakespeare’in oyunlarını -kim ne diyecek kaygısına düşmeden- yüreğini ortaya koyarak yaptıklarını izlemek ayrı bir mutluluk…


Bu arada yönettiği Othello, Hırçın Kız ve Atinalı Timon üstüne yaptığımız konuşmaların arasında bir Shakespeare kolajı yapmayı düşündüğünden söz etmişti. İyi bir oyun ortaya koyacağına kuşkum olmasa da çok ilgi çekici bir proje olabileceğini sanmamıştım. Yıllar önce sözünü ettiği oyunu dün akşam sahnede izleyince, en basit bir anlatımla iki buçuk saat boyunca büyülendim; tiyatro eğitimi almış biri olarak yirmi beş yıl önce izlediğim bir gösteri dışında beni böylesine büyüleyen başka bit tiyatro olayına tanık olmamıştım; daha fazla ne diyebilirim ki…


Bu satırlarda Haluk Bilginer’in oyunculuğunu kimselere anlatmaya gerek yok, yalnızda kendisini sahnede defalarca izleme fırsatını bulan bir seyirci olmanın ayrıcalığını yaşayabilmenin büyük bir mutluluk olduğunu söylemeliyim…

Şekspir Müzikali’nin ilk anından son anına kadar, bu kadar canlı, bu kadar samimi, bu kadar eksiksiz, bu kadar uyum içinde oyunculuk sorumluluklarını yerine getiren Evrim Alasya, Selen Öztürk, Zeynep Alkaya ve Tuğçe Karaoğlan'ın da hakkını vermeliyim…


Ve tabi ki oyunun muhteşem müzikleri için Tolga Çebi'nin ve orkestradaki arkadaşların da hakkı verilmeli…

Ve tabi ki sahne tasarımında Bengi Günay'ın da…

Ve tabi ki ışık tasarımında İrfan Varlı'nın da…

Ve tabi ki maske ve tasvir tasarımında Özlem Karabay'ın da…

Emeği geçen herkesin de, her şeyinin de…

Dün akşamın başka bir güzel tarafı da muhteşem gösteriyi Devlet Tiyatrolarındaki sınıf arkadaşlarımızdan Serpil Gül, Oktay Dal, Yusuf Sağlam ile Tiyatro okullarındaki akademisyen sınıf arkadaşlarım Türel Ezici, Tülin Özgündoğdu Sağlam ile birlikte izlememizdi…

Oyunun sonrasında Kemal Aydoğan’ı ekip arkadaşlarından kopararak Park Caddesi’nde Shakespeare adındaki mekana gittik. Oyunun adıyla gittiğimiz mekanın adının aynı olması bütünüyle rastlantıdır. Zaten sigara gereksinimi ve canlı müziğin biraz uzağında olabilmek için dışarıdaki bir masada biralarımızı içmeyi tercih ettik. İzlediğimiz oyun hakkında özel ve Türk Tiyatrosunun geleceği hakkında genel konuşmalarımız arasında zaman hızla akıverdi.


Bir ara 'Atmış yaşında kendine yapacak iş bırakmamışsın,' diye Kemal'le sataştım.
Böyle bir söze hazırlıklı olan arkadaşım, 'Testosteron oyunundan sonra da aynısını söylemişlerdi,' diye aradan sıyrıldı...

Ankara’nın ayazında donmadan hemen önce de mekanı terk ettik. Gruptan sona kalan ben ve Oktay, sınıf arkadaşımızı oteline bırakmaya niyetliydik ama oteldeki oyuncuların ve teknik ekiptekilerin fasıl muhabbetinde olduğunu görünce bir kadehlik takılalım dedik. Bu arada tiyatro üstüne konuşmalarımız kesintisiz sürüyordu; ne çok konuşulacak laf varmış; söyle söyleyebildiğin kadar, bir türlü sonu gelmek bilmiyor…

Oktay ile otelden ayrılırken de saat sabahın beşi olmuştu, bir de çorba molası verince yatağıma ulaşmam sabah ezanına denk düştü…

Her şeyiyle unutulmaz bir geceydi…



Tutkuncan...
Anne adı Kıymet, baba adı A.Kadir...
Siz ona kısaca Tutkun diyebilirsiniz; tanımayanlar için kendisi on beş yaşındadır, Erken Başarı kolejine gitmektedir...
Bazıları yaşama zor tarafından tutunur; Tutkun onlardan birisi sayılır mı bilemiyorum ama yaşamındaki zorlukların birisi de ileri derecede işitme kaybının olmasıdır...
O da babası gibi zoru sevdiği için onlarca spor dalının arasından Amerikan futboluna merak sardı. Nereden aklına geldi? Neden öyle bir sporu tercih etti? Daha uygunu seçemez miydi? Bu güne kadar çocuklarının kararlarına saygı duyan anneler ve babalar gibi davrandığımızdan hayallerini sınırlandırmak istemedik. Tutkun da tek başına yaptığı araştırmaların sonunda kendisi için uygun takımın ODTÜ'nde olduğuna karar verdi; hatta bu nedenle liseyi bitirdikten sonra ODTÜ'nde okuyacağını söylemeye başladı...
Onun haftalar süren baskısına daha fazla direnemeyerek, geçen hafta ODTÜ'nin kampüsünde, ürkütücü kıyafetler içindeki Amerikan futbol takımının antremanını izlemeye gittik. Bir fırsatını bulduğumuzda da takımın koçlarından İzzet hocaya Tutkun'un isteğini anlattık. Ben komik bulunacağımızı düşünürken Tutkun'un takımda olmasının kendileri için sorun yaratmayacağını söyleyen İzzet Hoca tarafından dumura uğratıldım!
Tutkun ise mutluluk doluydu...
"İşitme engeli sorun olmaz mı?"
"Biraz daha dikkatli olmaya özen gösteririz."
Neredeyse mucize gibi birşey!

Ertesi gün Tutkun'la sohbet ederken, ingilizce sınavına fazla çalıştığını, iyi bir not alacağından emin olduğunu, fakat matemetik sınavından istediği notu alamayacağını söylüyordu. Matematik dersinin ingilizceden daha önemli olduğunu anlatmaya başladım.
Bir ara sözümü keserek, "Ama ODTÜ'nde dersler ingilizce okutuluyor," diyince ne söyleyeceğimi bilemedim.
Kariyer planlamasını şimdiden yapan oğlum ODTÜ'ne gitmeyi fazlasıyla kafaya koymuş. Türkçe cümle kurmayı zorlukla beceren, kurduğu cümleleri söylemekte sıkıntı çeken, ortaokulda işitme engelli olduğu için ingilizce dersinden muaf tutulan bir genç adamın Amerikan futbolu oynamak için ODTÜ'ne gitmek istemesine duyduğum hayranlığı sizlerle paylaşmak istedim...
Ya biz çok istediğiniz bir şey için ne kadar özveride bulunuyoruz?
Düşünmeye değer...

Bilmeyenler için açıklayalım...
Bir hafta önce bloglar aleminin ilgiyle izlenen blogcularından Kıymet tarafından 'kitaplar' konusunda mimlenmiştim. Fazla mızıkçılık etmeden iyi bir dost olarak bildiğim blogcu arkadaşıma sorumluluğumu yerine getireyim...

1. Şu an okumakta olduğunuz kitap ve kısaca konusu:

Son onsekiz yılımın en değerli varlığını yaşanmımdan silip atmaya çalışırken Dharma yayınlarından çıkan Aykut Oğut'un 'Evrenden Torpilim Var' kitabıyla tanıştım. Bir televizyon yıldızı dostum, geçmişimi arabamın silecekleriyle silmeye çalıştığımın fark etmiş ve yağmursuz bir havada çalışan sileceklerin gıcırtılarından gıcık kaparak bu kişisel gelişim kitabını önerilmişti.
Kitapta Rhonda Byrne'nın The Secret/Sır adlı kitabında anlatılanlar Aykut Oğut'un bakış açışıyla yeniden anlatılmış; yazar yaşamı güzelleştirebilmek için evrenden neyi ve nasıl istememiz gerektiğinin püf noktalarını anlatmaya çalışıyor.
Ben de kitabı bitirir bitirmez on sekiz yıllık geçmişimin bir an önce silinebilmesi için evrene mesajlar göndermeye başladım, mesajlarımın sonuçlarını merakla bekliyorum, gelen sonuçları sizlerle de paylaşırım, içiniz rahat olsun...

Bu arada biraz şımarıklık gibi olacak ama kendi yazdığım 'Yazarın Ölümü' adındaki yedinci romanımı da şu anda okuduklarımın arasına eklemeliyim. Konusuna gelince; bir yazar, bir roman ve o yazarın yarattığı roman kahramanının yazarıyla iç içe geçen garip macerası anlatılıyor. Son cümle biraz garip oldu ama başka türlü yazılamazdı! Günün birinde basıldığı zaman okuyacak olursanız; (Beni ikna edenlerin basılmadan da okuma şansı olabilir...) yaşamın gerçekleri ve yaşamın saçmalıkları arasına sıkışan günümüz insanının kaosuna bir de benim gözümden tanık olursunuz...


2.En son aldığınız kitap:

Ben konserve edilmiş bilgileri okumaktan pek hoşlanmadığım halde 'Evrenden Torpilim Var' adındaki kitabı   sözünü ettiğim dostumun yönlendirmesiyle satın almıştım; kitapta anlatılan birçok şeyi de sevdim; sanırım doğru zamanda doğru bir kitapla buluşmuş olmalıyım...
Kitabın yazarının benimle aynı tiyatro bölümünden mezun olması ve onun hocalarından bazılarının da arkadaşım olması ayrı bir cazibe noktası...

3.Şimdiye kadar aldığınız kitaplar arasında en sevdiğiniz:

Turgut Özakman hocamın 'Korkma İnsancık Korkma' romanı blogcu arkadaşım Kıymet gibi en sevdiğim kitaptır; onunla aynı kitabi sevdiğimizi anımsamak içimi bir hoş etti; biraz daha kurcalayacak olursak kim bilir daha neleri anımsayacağız...
Bu satırları tiyatro bölümündeki öğrenciliğim sırasında dört yıl boyunca yazarlık dersi vererek bana yazarlığın ne olduğunu öğreten hocama bir güzellik olsun diye yazmadım. Gerçekten iyi bir roman! Biraz çarpık, biraz mahsum, biraz da umutsuz bir aşkı basit bir dille anlatılıyor, aşkın uç noktalarını yaşamak isteyenlere şiddetle tavsiye olunur...

4.Bir türlü bitiremediğiniz, bitirseniz de illallah dedirten kitaplar:

Şımarıklık yapmaya devam ederek Orhan Pamuk'un romanlarını okumaktan zevk aldığımı itiraf etmeliyim; biraz mazoistçe bir durum ama...
'Sessiz Ev', 'Beyaz Kale' ve en önemlisi de 'Benim Adım Kırmızı' romanları su gibi akıp gitti. 'Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti,' diye başlayan 'Yeni Hayat' romanı ise ilk satırı dışında pek de beni etkilemedi. 'Mahsumiyet Müzesi' benim için sıradan bir roman olarak anımsanacak. 'Kara Kitap' ise okurken çok zorlandığım, birkaç kez, 'Bana ne bu piskopatın bunalımından, onun bunalımlarıyla karışık saçmalıklarının kahrını çekmez zorunda mıyım...' diyerek elimden bırakmaya niyet ettiysem de sonuna kadar okumayı başardım ve okuduğum en iyi romanlardan birisi olarak anımsayacağım; çok kahrını çektiğimden mi, yoksa gerçekten iyi bir romam olduğundan mıdır, bilemiyorum...
Nobel ödüllü Doris Lessing'in 'Gene Aşk' adındaki kitabının ne kadar uğraştıysam da sonunu getiremedim. Orhan Pamuk'un 'Kara Kitap'ını bile okumayı başardığım halde Doris teyzeyi sonuna kadar okuyamanın huzursuzluğu hala içimdedir...

5. Elinizdeki kitap bitince okumayı düşündüğünüz kitap:

Çok değer verdiğim bir dostumla, henüz adının koymadığımız bir kitabı birlikte okumaya başlayacağız; önerisi olan varsa, değerlendirmeye açığız...

Ben de son kitabı çok satanlar listesine girmeyi başaran yazar arkadaşım Patricia Muradi ile kendisini hiç tanımadığım halde davetimi karşılıksız bırakmayacağını sandığım Brajeshwari'den yanıt rica ediyorum...

İsteseniz de, istemeseniz de…

Siz insanların yaşamından çekip gidene dek birileri de durmaksızın sizin yaşamınızdan çıkıp gidiyor; bu kişi bazen annen, bazen baban ya da karındır; ya da bir dost, bir arkadaş, bir sevgili…

Bazen ansızın ortalıktan kaybolurlar, nereye kaybolduklarını ya da hayatta olup olmadıklarını bilemezsin…

Bazen arkalarına bakmadan yürüyüp giderler…

Bazen de bir tabutun içine koyarak gideceği yere kadar sırtında taşırsın…

Bu sabahın ilk saatlerinde gidip de geri dönmeyenlerin arasına Cam Bebek’in babası Hacı Bekir Özdemir de katıldı. Seksen yedi yaşındaydı. Bu yaşına rağmen hiçbir rahatsızlığının olmadığını söylerken bir karın ağrısıyla hastaneye girip, bir saat içinde ameliyata alınıp, üç hafta boyunca yoğun bakım ünitesinde yaşama direndikten sonra dünyadaki yolculuğunu sona erdi…

Bir aile meclisinde sohbet sırasında, “Ya damat,” diye dikkatimi üstünde toplayan kayınpederim yaşamdaki deneyimlerini paylaşmaktan fazlasıyla hoşlanırdı. “Geçenlerde bizim kamyona kereste sardığımızda…”

İlk cümlesindeki ‘kamyon’ kelimesine takıldım; neredeyse on beş yıllık damadıydım ama bu süre içinde hiç kamyonu olmamıştı, yeni bir kamyon alsaydı da haberim olurdu…

“Hayırdır baba? Kamyon mu aldın?” diye sorarak emin olmaya çalıştım.

“Yok canım!”

“Hangi kamyon sözünü ettiğin?”

Kırk yıl önce aldığı kamyonundan söz ediyormuş…

İnsanın yaşı doksanına dayanınca kırk yıl öncesi geçenlerde gibi geliyor olmalı…



Ben bunları düşünürken evinin önüne Hacı Bekir Özdemir’i taşıyan cenaze arabası yanaştı. Gözyaşları içinde okunan duaların sonrasında Mengen’in bir köyüne doğru yola çıktık…

Köydeki caminin avlusunda yenilen cenaze yemeği; mercimek çorba, kuru fasulye, pilav ve kavurma…

Cenaze namazını kıldıran hocanın yönlendirmesiyle haklarımızı birbirimize helal ettik; merhum Hacı Bekir abimize hakkınızı helal ediyor musunuz, ediyoruz, ediyor musunuz, ediyoruz, ediyor musunuz, ediyoruz…

Omuzlarda taşınarak götürüldüğü köyün mezarlığı, ilk eşinin yanında açılan mezar çukuru, dualar eşliğinde üstüne örtülen toprak ve son dualar…

Son yolculuğuna uğurladığımız Hacı Bekir Özdemir gittiği yerde huzur bulsun…










Hanımın Ciftliği dizisinin çekimleri sırasındaki izlenimlerimi önceki yazımda paylaşmıştım. Bu fotoğrafları da eklemek istedim...

Hanımın çiftliği…

Bir kez daha ilgiyle izlenen televizyon dizisinin setindeyim. Daha önceki yazılarımın birinde setteki izlenimlerimi paylaşmıştım. Bu seferki izlenimlerimi de devamına eklemek istiyorum…


İki gün önce çekilmesi planlanan bir kavga sahnesi için ben, Mehmet Çevik ve Caner Cindoruk’la birlikte kırk kilometre uzaklıktaki Karataş ilçesinin Oymaklı Köyü’ndeki Teneke Mahallesi’nde kurulan sete doğru yola çıkmıştık. Yarım saatlik yolculuğun çoğu sağlık üstüne yapılan konuşmalarla geçti; Mehmet serum tedavisinin yeni bittiğini söylerken, Caner elindeki poşeti dolduran ilaçları neden kullandığını anlatıyordu. Gecenin dördünde çekimi bitirip, ertesi sabahın dokuzunda yeniden sete dönmek oldukça zor olmalı…

Teneke mahallesine ulaştığımızda, görüntü yönetmeni Oktay Başpınar her zamanki dinamikliğiyle hazırlıklarını tamamlamaya çalışmakta, dizinin diğer yönetmeni Şengül Atak çekeceği sahnenin kafasındaki ayrıntılarına son biçimini verebilmek için çekim alanında dolanmakta, kostümcüler bir an önce oyuncuları giydirebilmenin telaşında, bir başkası makyajla uğraşmakta, bir diğeri ezberleri kontrol etmekte, herkes akşamın ayazında koşuştururken fazlasıyla üşüyenler bir köşede yanmakta olan ateşin başında ısınmaktaydı…

Ben Teneke mahallesindeki seti dolaşırken, Yılmaz Güney’in Umut filminin de aynı mekanda çekildiğini, hemen dibinde durduğum çeşmenin olduğu yerde, atı ölen Yılmaz Güney’in ağadan para istediği sahnenin çekildiğini öğreniyorum. Yaklaşık üç saat sonra kavga sahnesinin seti hazırlanıyor, provaları tamamlanıyor, tam çekime başlanacağı sırada oyunculardan birinin rahatsızlanmasıyla çekim iki akşam sonrasına erteleniyor…


Bu sabah da Mehmet Aslantuğ, Mehmet Çevik ve Haki Biçici’nin çırçır fabrikasında geçen bir sahnesi var; set yine kırk kilometre uzaklarda bir yerlerde… Bir dakika bile sürmeyecek bir görüntüyü çekebilmek için yarım gün boyunca çalışılıyor. Çekim aralarında oyuncularla sohbet ederken, kolay gibi görünen işlerinin hiç de kolay olmadığını, iyi paralar kazanıyorlarmış gibi görünseler de, karşılığını fazlasıyla verdiklerini düşünmeden duramıyorum…

Öğleden sonra çekimin tamamlanmasıyla kilometrelerce yolu gerisin geriye dönüyoruz. Otelde birkaç saatlik dinlenme sonrasında kırk kilometre uzaklıktaki Teneke Mahallesi’ne gideceğiz. İki gün önce yarım kalan sahne yeniden çekilecek. Biz sete ulaştığımızda bütün hazırlıklar tamamlanmış, yağmura yakalanma olasılığı yüzünden çekimin ertelenebileceği düşüncesinin ekiptekileri tedirgin ediyor. Oyuncular arabadan iner inmez çekime başlıyorlar. Hafiften serpiştiren yağmurda aksilik olmadan ilerlenirken, yağmur temposunu arttırmaya başlayınca şemsiyelerin altında ara vermeden devam çekime devam ediliyor.


Deri mont ve iki kat giyilmiş kazağın altından gecenin ayazını, kapüşonumun üstünden de serpiştiren yağmuru fazlasıyla duyumsuyordum. İncecik gömlek ve ceketleriyle üşümüyormuş gibi davranan oyuncular ise sonu gelmeyecekmişçesine tekrarlanan çekimler sırasında yerlere devriliyor, çamura bulanıyor, alnının ortasına kafa darbesi alıyor, bu sırada canları acısa bile, gerçek acılarını gizleyerek, rol gereği acı çekiyormuş gibi yapıyorlardı; açı, karşı açı, uzak plan, yakın plan, genel çekimler, ayrıntılar, bir tekrar aşağıdan, iki tekrar yukarıdan, onun omzundan, ötekinin bacaklarının arasından derken dört saatlik çekim maratonunun sonuna geliniyor…

Hepsi birkaç dakika sizleri televizyonun başında oyalayabilmek için!

Belki de yanınızdakilerle konuşurken ya da mutfağa meyve almaya gittiğinizde dizinin o sahnesinin fark edemeyeceksiniz…

Belki de kavga sahnelerinden hoşlanmadığınız için başka bir kanala zaplayacaksınız…

Belki de o sahneyi inandırıcı bulmayacak ya da kendinizi dizinin kahramanının yerine koyarak gördüklerinize fazlasıyla ikna olacaksınız…

Ben ise o görüntüleri izlediğim sırada ekranda gösterileni değil, set işçisinden teknik ekibine, oyuncusundan yönetmenine kadar verilen emeği anımsayacağım…




Şanlı Urfa'dan Ankara'ya dönerken Gazi Antep yakınlarında güneşin batışına denk gelince birkaç fotoğraf çekemeden geçemedim...









Dört beş yıldır doğduğum ama yaşamadığım memlekete gitmiyordum, çok değişmis, çok kentleşmiş, çok sıradanlaşmış...




Sabaha karşı Adana'dan yola çıkmıştım, güneşin doğuşu sırasında Gazi Antep'ten geçiyordum...

Bazen…

Sızım sızım sızlar insanın yüreği…

Bir insanın kolu ya da bacağı bedeninden kopup gittiğinde, eksilen parçanın yeri bomboş kaldığında, aradan yıllar geçmiş olsa bile kopan parçanın yerindeki boşlukta tanımı olanaksız bir acı duyumsanırmış; o acıya benzeyen bir acıdır yüreğini sızım sızım sızlatan…

Hiçbir şey yoktan varolmaz derler ama sen o acıyı yokluktan, hiçlikten, boşluktan var ettiğinin farkındasındır ama olmayan bir şeyin neden yüreğini sızım sızım sızlattığını bir türlü algılayamazsın…

O acıyla içinde ılık ılık bir şeyler akar, neye benzediğini, ne zaman dineceğini bilemezsin ama kesintisizce aktığını yaşamının her anında duyumsayacaksındır…

O acı midende tanımı olanaksız kramplara neden olmuş, fırtınalar estirmekte, yemek borusundan aşağıya doğru şimşekler çaktırmaktadır; yanık etin kokusu ağzında berbat bir tat bırakmaktadır, hiç bitmeyen…

O acı sessiz fısıltılara dönerek kafatasının kemiklerine çarpmakta, her çarptığı yerden daha fazla yankı bularak serseri mayın gibi dolanmaktadır…

O acı belinde öyle bir kambur oluşturmuştur ki, dimdik duramazın…

Ne olduğunu bilememektesindir…

Nasıl kurtulacağını bilememek ise hepsinden de kötüsüdür…

Almanya’da yaşanan bir grup genç insan tiyatro yapmanın derdine düşmüş, önce kendilerine tahsis edilen resmi kurumlarının küçük odalarında, sonra kapatılan AEG fabrikasında tiyatro adına direnmeye başlamışlar. Yaşadıkları yerde sessizce ve sakince yol almaya çalışmak yerine, tiyatrolarını daha ileriye taşıyabilmek için Türkiye’ye gelmişler ve bir biçimde Mehmet Çevik’le yollarını kesiştirmişler. Onun intendant olarak katkılarıyla yeni bir boyut kazanan tiyatro çalışmaları Dario Fo&France Rame’ın yazdığı Veysel Sami Berikan’ın yönettiği, Elif MEŞE ile Ümmühan TUTUMLU’nun oynadığı tiyatro gösterisini ortaya çıkarmış…

Bu gösteri 19 Kasım gecesi Uluslararası Ankara Tiyatro Festivali kapsamında, Akün sahnesinde 250 civarındaki Ankara seyircisiyle buluştu…


O seyircilerden birisi de bendim…

Saatler öncesinde onlarla çay-kahve içerken, prova hazırlıkları sırasında, dekorun hazırlanışında, ışıkların ayarlanmasında, son teknik provalarında onların yanındaydım; hatta yıllar öncesindeki şımarık günlerimde olduğu gibi, önce sahne üstünde, sonra seyir yerinde gereğinden fazla şımarıklık yapmış olmalıyım ki, Mehmet Çevik tarafından sarı kart seviyesinde tatlı-sert bir uyarı bile aldım…

Bir saat süren gösteriyi Mehmet Çevik’le birlikte arka sıralarda izledik. Bir yandan Mehmet’in yaşadığı heyecanı, bir yandan da su gibi akıp giden gösteriyi izlerken zamanın nasıl geçip gittiğini anlayamadım; hele izlediğim oyunun amatör bir tiyatro topluluğu tarafından oynandığını düşününce, performanslarının beklediğimin çok üstünde olduğunun altını çizmeliyim…

Oyunun sonunda verdikleri emeğin karşılığını alkışlarla alan tiyatro grubu, seyircinin salonu boşaltmasıyla birlikte dekorlarını toplamaya başladı. Ben de onlara katıldım. On beş dakika geçmeden kaput bezinden oluşan oyunun dekoru iki bavulun içine sığdırılmış, yarım saat içinde dekorlar, kostümler, afişler ve tüm teknik donanım, oyuncularla birlikte kapının önündeydi…

Siyah yaprakları olan anı defterine izlenimlerimi yazacaktım ama bir an için beyaz yazan bir kalem bulunamayınca, sıcağı sıcağına düşüncelerimi paylaşma olanağı olmadı. Ben de onlara söyleyemediklerimi sizlerle paylaşmak istedim…

“O” Art Fabrik tiyatrosunun oluşumunda emeği geçenleri saygı ile selamlıyor, başka çalışmalarında yeniden yollarımızın kesişmesi umuduyla başarılarının kesintisiz olmasını diliyorum…


BUNDAN SONRASI OYUNUN TANITIM BİLGİLERİNDEN…

Yazan: Dario Fo&France Rame
Yöneten: Veysel Sami Berikan
Oynayanlar: Elif MEŞE, Ümmühan TUTUMLUOyunun Konusu:

Tecavüz/Ben Ulrike bağırıyorum/Yarın olacak/Bir Fahişenin MonologuOyun oynamak” tamam ama doğru olan “Oyuna gelmemek”. Yeni kurulan bir tiyatro

Theater “O”. Yeni olmak; bizce bir açılım getirmek, alternatif sunmak, dönüştürmek gibi kavramların uzantısı…

“Bizce sanat yaşama estetik müdahale biçimi” şimdilerde. Sadece kadını anlatmak değil, amacımız. ”Kalbimiz” diye nitelendirdiğimiz erkeklerimize de doğru bakabilecekleri bir pencere sunmak aynı zamanda. Çünkü tüketilen sadece kadın değil bizce “İNSAN”. İşte bu noktadan hareketle, sanatın sıkışmışlığında dar mekânlardan diğer yaşamsal noktalara taşıma adına, “AEG” de merhaba diyeceğimiz seyircilerimize. Orası nasıl bir yer derseniz; eski bir fabrika! Emek, üretim ve birliktelik tarihimiz olan bir mekân yani.
Yeni ve yaşanılır bir dünya için birlikte sanat üreteceğiz şimdi orada. Ne kadar paylaşırsanız o kadar “SANAT FABRİKASINA” döneceğiz. Önümüzde işler çok anlayacağınız. Bütün bunları aşmak içinde bizlere sadece seyreden değil, paylaşan seyircilere ihtiyacımız var. Birlikte yaşamak adına; dil, din, ırk gibi ayraçları öteliyoruz sadece… birlikte üretmekten ortaya çıkacak bütünleşme (entegrasyon) bize yol göstersin…

“Umudun Gettolaşmaya başkaldırışı”…

Ölümün ve mahkûmiyetin, neredeyse “ELEKTRİKLİ SANDALYEYLE” kadına sunulduğu bir anlayışla karşınıza gelecek oyunumuz…

Merhaba diyebilmek dileğiyle…

Patricia Muradi...

Saat dokuzu beş geçe sirenler çalmaya başlıyor…

Önce bir kişi oturduğu masadan ayağa kalkıyor, aynı masada oturan kişi ona eşlik ediyor, çaprazındaki masadakiler de ayaklanıyor, ben de ayaktayım, ilk beş on saniye içinde otelin bahçesinde ayağa kalkmayan kimse kalmıyor; ayaktakilerin arasında yaşlı bir çift turist de dikkatimi çekiyor…


Üç beş dakika sonra da Patricia Muradi’yi karşılamak üzere yeniden ayağa kalkıyorum. Kim olduğunu bilmeyenler için Patricia’nın bir edebiyatçı olduğunu söylemeliyim. İlk romanı yarı belgesel tadındaki ‘Romanika-Çingeneler’ adındaki romanıdır. İkinci romanı ise liman ve gemicilik sektörünü bir kadın gözüyle anlatan ‘Limanda Bir Kadın’ adındaki çalışmasıdır. Kendisiyle tanışıklığımız Pentagram Yayıncılık tarafından romanlarımızın basılmasından kaynaklanıyor; birkaç mail, birkaç telefon görüşmesinden sonra Ankara’ya yolu düştüğünde ilk kez bir araya gelmiş, yıllardır birbirini tanıyan iki dost gibi saatlerce sohbet etmiştik…

Hiç düşünmeden Patricia’nın çılgın bir dost olduğunu söyleyebilirim; ne çılgınlığını gördüğümü öğrenmek isterseniz, illa ki bir çılgınlığını görmek gerekmez ki…


Bu kez ben Adana’dayım. O da kendini ev sahibi olarak değerlendirip, üşenmeden Mersin’den Adana’ya kadar geldi ve beni barajın kenarındaki güzel bir mekana kahvaltı yapmaya götürdü. Güneşin ve rüzgarın rahatsız etmediği bir masada kahvaltı ederken, ufaktan ufaktan sohbetimizi koyulaştırdık. Ben yazmakta olduğu romanı hakkında beyin fırtınası yapacağımızı düşünürken, daha yazarlık konusunda tek kelime etmeye fırsat bulamadan kendimizi kadın ile erkek ilişkileri üzerine konuşurken bulduk; o kadının penceresinden, ben erkeğin penceresinden, zaman zaman rollerimizi değiştirerek, bazen anlaşarak, bazen karşı karşıya gelerek, bezen bir yazarın gözüyle uzak açıdan bakarak, bazen söylediklerimizin arasında kaybolup giderek…

Bu konuda konuşulacak ne çok şey varmış!

Ne çok paylaşacak şey biriktirmişiz!

Bu arada kişisel gelişim uzmanı olarak değerlendirebileceğimiz yazarımızın ’60 Saniyede Yüksek Moral Depolama’ adındaki kitabı Neden Kitap tarafından basıldığını da belirtelim. Belki de yazar arkadaşımla saatlerce süren sohbetimizin su gibi akmasının nedeni, kitabında anlattığı pozitif enerjinin sohbetimize de yansımış olmasıdır…

Neyse…

Saat on üç sularında ‘Artık yeter, Ankara’ya döneceğim, yolum uzun,’ diyerek son noktayı koymak zorunda kaldım…

Teşekkürler Patricia Muradi

10.Kasım.2009 ADANA

O Sabah...

Bu pencereden günün doğuşuna ilk kez tanık oluyorum…

Havada kirli bir grilik var; şairlerin dediği gibi kurşuni bir ağırlık; karşı tepelerdeki binaların ışıkları Samanyolu galaksisinin yıldızlarını çağrıştırıyor; insanın içini karartan bulutların arasından sızarak odamın penceresine ulaşmayı başarmışlar…

Yağmur yağmış ya da çiselemeye devam etmekte; gece boyunca yağdığı anlaşılan yağmurun etkisiyle yollar ıslanmış, dört yol ağzındaki trafik lambasının sarı ışığı kesik kesik yanıp sönmekte, asfalt yola yakamozu andıran görüntüsü yansıyor, tek tük yoldan geçen araçların sahte bakışlı beyaz farları…

Çok katlı binaların arasındaki toprak alanda su birikintileri oluşmuş, yaprakları yeşilden kahverengiye dönüşen ağaçlar son bir umutla yapraklarını bırakmamak için direniyor, kahverenginden sarıya dönmekte olan otların ve toprağın oluşturduğu pastel renkler ise özellikle görülmeye değer, bir saksağan ağacın dibinden havalanarak dallardan birine tünüyor, bu hareket ağacın birkaç yaprağının daha dökülmesine neden oluyor…

Geriye kalanları insan elinden çıkmış bir canlılık; park halindeki rengarenk arabalar, farklı renklere boyanmış çok katlı binalar birbirinden daha ıslak ve daha temiz, kaba inşaattaki otelin beton görüntüsü, hemen dibindeki sarı boyalı çelik vinç…



Zaman biraz daha ilerliyor…

Biraz daha kirlenen bulutları izlerken, uzak tepelerin ardındaki bembeyaz bir bulutun farkına varıyorum; az önce orada değildi; kirli bulutların yerine almaya mı geliyor, o bulutlardan kaçarak uzaklaşmaya mı çalışıyor, belirsiz…

Binaların arasındaki pastel renkli alanın ortasından güvercinler uçmaya başlıyor, bir süre uçtuktan sonra saksağanın tünediği ağacın dibine konuyorlar, nereden geldiğini anlayamadığım kargalar onların arasına karışıyor, birbirlerini umursamadan su birikintilerinin arasında bir şeyler yapıyorlar; kah uçuyorlar, kah uçmadan önceki ıslak zemine geri dönüyorlar…

Trafik lambasının kesik kesik yanıp sönen sarı ışığına, yeşil ve kırmızı renkler eklenmiş; dört yol ağzındaki araçların denetimi bundan sonra yeşil ve kırmızının denetiminde…

Yolun kenarında yürüyen tek tük insanların sayısı artmaya başlıyor…

Her ilerleyen dakika beni bu yazının sonuna yaklaştırıyor…

Ya da aldığım kararı uygulama zamanına…

Ya da yaşamın sonuna…

Çok uzaklardaki bulut git gide büyümekte, git gide gökyüzündeki kirli bulutları temizlemekte, güneş henüz ortalıkta dolanmaya başlamasa da varlığını duyumsamakta, beyaz bulutlar çoğaldıkça karşı tepelerdeki binalar iyiden iyiye belirginleşiyor, artık gittikçe çoğalan arabaların farları yanmıyor…

Bir süredir trafik lambasındaki kırmızı ışığın ıslak yola yansımasını izliyorum, derken sarıya dönüşüyor, çok geçmeden de yeşile…

Işık kırmızıya yeniden dönmeden elindeki kalemi bırak…

Yürü…

Git…

Bazen…

Kelimeler anlamını yitirir; içi boşalır; tam takır, kuru bakıra döner…

Dilin varmaz söylemeye!

Sen aynı kelimelerle unutulmaz aşklarda dile getirildiği gibi ‘Seni seviyorum,’ diyerek aşkını ifade etmişsindir. Birbirinize ‘Sevgilim,’ diyerek sevişmeye başlamış, birbirinizin içinde kıpır kıpır oynaşırken, sen onu ‘kadınım’ diyerek hiç kimsenin kavrayamadığı gibi kavramış, o da senin kulağının dibinde ‘erkeğim’ diyerek inlemiştir…

O kelimeleri de belleğindeki unutulmaz anlar dosyasına not etmişsinizdir…

Zaman puşttur!


Zaman sinsidir!

Zamanla kelimelerin içi boşalmaktadır…


Bir gün sevgiliniz pazarda alışveriş yaparken, pazarcı çocuğa, ‘Bak sevgilim, çürük domatesleri kakalamaya çalışırsan fena halde bozuşuruz,’ dediğini duyunca, dil sürçmesi kapsamında değerlendirerek önemsemeden geçersiniz…

Bir başka seferinde herhangi birine ‘erkeğim’, herhangi bir başkasına da ‘kadınım’ diye seslenecektir; ‘sevgilim’ kelimesi ise kadın ya da erkek diye ayırmaya bile gereksinim duyulmadan havalarda uçuşmaya başlayacaktır…

O kelimenin anlamı ne ise; herkes herkesin sevgilisidir artık, kadınıdır, erkeğidir…

O kelime insan ya da hayvan demek kadar genelleşmiştir…

O kelimenin içi boşalmıştır nasıl olsa; içine ne istersen onu doldurabilirsin…

Bazen de sevgiliniz size ‘sevgilim’ diye seslenir.

Tınmazsınız!

Tınsanız ne olacak ki?

Seni o pazarcı çocukla bir görüyordur, herhangi bir akrabası, bir tanıdığı, bir komşusu, bir arkadaşı, internette karşılaştıklarından birisi, bir iş arkadaşı, bir eski dost, bir eski düşman, bir eş, bir yeni sevgili…

Seni kim gibi görüyordur ki?

Muamma yani…

Günlerden Pazar…

İki arkadaş; Mehmet Çevik ve ben…

Gün Adana’daki Hilton Otel’in bahçesindeki brunch ile başlıyor; yazdan kalan bir gün diye tanımlamak yerine, hala yazın devam ettiği güneşli bir günde, sabahın serinliğinde üşürüz diye giydiğimiz kazakları çıkararak, kısa kollu tişörtlerimizle başlayan bir kahvaltıdan söz ediyorum…


Bir süredir görüşmemenin açlığıyla sohbetimiz zengin kahvaltının önüne geçiyor, önce bilmediklerimizi konuşuyor, konuları ortak konular haline dönüştürüyor, sonra da ortaklaştırdığımız konuların ayrıntılarına dalıyoruz. Birkaç saate yayılan kahvaltı muhabbetimiz, dizinin bazı oyuncularının bizlere katılışıyla bir süre için erteleniyor. Ekipteki oyuncu arkadaşlarla tanıştırılıyorum:

“Kadir benim üniversiteden sınıf ve ev arkadaşımdır. Kendisi bu işlerle uğraşmak yerine işadamı ve edebiyatçı olmayı tercih etti. Yazdığı yedi romanından ikisi basıldı, beş-altı tane tiyatro oyunu var, vs…”

Oyuncuların arasından masamıza takılan Tayfun Sav, yirmi beş yıl önce devlet tiyatrosunun oynadığı ‘Kara Ağaçlar Altında’ adındaki oyunda dansçılık yaparken bizi çalıştıran dans hocamız; o dönemden sonra ilk karşılaşmamız; benim üniversitedeki en yakın arkadaşlarımdan birisiyle evlendiği halde yollarımız hiç kesişmemiş… Bir an için beni anımsayamasa da, laf lafı açıyor, geçmiş günlerin arasından yirmi beş yıl öncesinin sayfalarını aralıyor, unutulduğunu sandığımız günleri yeniden anımsıyoruz…

Bu arada Mehmet Çevik ile oğlunu oynayan Haki Biçici arasındaki baba-oğul şakalaşmaları yarım şişe pet suyun Haki’nin üstüne boşaltılması ve Haki’nin serinlediğini söylemesiyle son buluyor…

Öğle saatlerinde sete giden bir aracın peşinden otuz kilometre kadar Adana’nın bereketli toprakları üzerinde yol alarak Hanımın Çiftliği’ne ulaşıyoruz…

Orada ekibin geriye kalan oyuncuları ve yönetmen Faruk Teber’le tanıştırılıyorum…


Bu günün programında Güllü’nün düğün sahnesi çekilecek; kalabalık bir figüran kadrosu, geniş bir teknik ekip, oyuncular, meraklılar derken Hanımın Çiftliği’nde baş edilmesi zor bir curcuna yaşanıyor…

Öğleden sonra başlayan çekimlerde adın adım ilerlenirken gün akşama kavuşuyor, biz Mehmet Çevik’le set aralarında sohbet ediyoruz, bu arada sonu gelmeyen fotoğraf çektirme istekleri, onu ne kadar çok sevdiklerini dile getirenler, uzaktan başkalarının sevgilerini ve selamlarını iletenler ve her seferinde aynı espri; şu kızı o kadar dövme kurbanın olayım…

Bu kadar çok kızını döven bir babaya neden böylesine bir sevgi?

Saatler ilerliyor…

Sohbetler ilerliyor…

Set arasındaki Hanımın Çiftliği’ni var edenlerle biraz daha yakınlaşıyoruz…

Hakan Boyav’ın şakacı konuşmaları…

Caner Cindoruk’un öykücü babası hakkında konuşmamız, bir yazarın oğlu olduğundan söz ederken, günün birinde oğlumun yaşayacağı duyguları Caner’in kelimeleri arasında yakalıyorum…

Beyaz gelinliğin içindeki Özgü Namal beyaz bir gelincik kadar narin; içindeki çocuk kıpır kıpır kıpırdanmak isterken, bu çekim gününün hareketsiz geçirmesi gerektiğini söyleyen gelinliğine boyun eymiş, seçme şansı yok, bu gün böyle geçecek…

Set aralarında Mehmet Aslantuğ ile yaptığımız konuşmalar oldukça keyifli; iş adamı ve edebiyatçı kimliğimden yola çıkarak seçimlerini benim gibi kullanan arkadaşlarından söz ediyor, sanat yapmak ile paranın gücü arasındaki ilişkiyi konuşuyoruz, hatta paranın göbeğindeki birini anlatan bir proje yapmayı düşündüğünden söz ediyor…

Bu arada gece yarısını geçeli çok olmuş…


Mehmet Çevik’le baş başa kaldığımızda yaptığımız günlük konuşmaların yerini yaşamın anlamını bulmaya yönelik felsefi diyaloglar almış, geçmişi ve geleceği sorgularken, yılların bizi nerelerden nerelere getirdiğini birbirimize anlatıyor, çeyrek yüzyılı aşan dostluğumuzda bir adım daha ilerliyorduk…

Ben gecenin serinliğinde verandadaki koltukta çevreyi izlerken, gözkapaklarım ara sıra kapanıyor; bu arada dönemin incecik kıyafetleri içindeki üşüyen figüranlar, boş anlarını polar battaniyenin içinde uykulu gözlerle geçiren oyuncular, oyalanabilmek için eğlence yaratanlar, çekimler sesli yapıldığı için sürekli olarak tekrarlanan ‘Sessiz olun!’ uyarıları, hep aynı tempoda çalışmaktan işini sorunsuz yapan teknik ekip ve herkesten daha dinamik yönetmen…

Ben setten 02.00 sularında ayrılarak oteldeki yatağıma geri döndüğümde, onların daha saatlerce sürecek işleri vardı…

Bir günlük emeğin karşılığı on dakikayı doldurmayan televizyon görüntüsü…


Bu doğum günümde ilk kez başıma gelenlerden söz ederken...

- İlk kez pasta kesme rütielini gerçekleştirmedik...

- İlk kez kimseden doğum günü hediyesi almadım…

- Her yılın aynı gününe -30. Ekim- doğum günü geldiğinden, eşim benzer tekrarlardan bıkmış olmalı ki, ilk kez doğum günümü kutlamak için klasik ‘Mutlu Yıllar!’ sözünü söylemeyi unuttu…

- İlk kez tanıdığım yakın arkadaşlarıma doğum günümü hatırlatma çingeneliğinde bulundum; karşılığında gereksinim duyduğum mesajları aldım, ilgilenenlere bir kez daha teşekkür…

- İlk kez doğum günümde yeğenlerimden birinin domuz gribine yakalandığını öğrendim; bir sorun yok, grip geçtikten sonra domuz gribi olduğunu öğrenmişler, hastaneye bile yatmamış, karantina falan uygulanmamış, ayakta atlatmış yani…

- İlk kez doğum günü için http://www.akadirb.blogspot.com/ adındaki blog sayfama duygularımı anlatan bir yazı yazdım.

Buraya kadarı ıvır zıvır…

Bu doğum günümü en önemli olayı ilk kez bir tiyatroda seyirci olarak kutlamış olmamdı!!!

Ayrıntılarına gelelim…

Tiyatroya gitmeye kafaya koyunca, Devlet Tiyatroları'nı internet üstünden taradım, istediğim yerden bilet bulamayacağımı anlayınca, Devlet Tiyatrosu'ndaki okul arkadaşlarımdan birkaçını arayarak yardım istedim. Serpil Gül programın sorumluluğunu üstüne alınca, gönül rahatlığıyla eşimi alarak Şinasi Sahnesi’ne gittik…

Serpil Gül ve Adnan Erbaş'ın da oynadığı ‘Suçlu Yürekler’ adındaki oyuna Serpil’in sayesinde biletsiz girdik. Bütün tedbirler alınmış, gerekenler gerektiğinden fazlaca yapılarak VİP tiyatro seyircisi muamelesi gördük. Bu arada biletsiz seyirci olma durumu öğrencilik yıllarıma geri dönmemi sağladı, bilirsiniz, o zamanlar da öyleydi, amaç para vermeden tiyatro izlemekti…

Aslında bilet fiyatları da çok değilmiş; yanılmıyorsam tam 6 TL, öğrenci 4TL; biz arabamızı park edebilmek için ayakçıya 5TL para ödedik; insan devlet tiyatrosunda mı yoksa otopark mafyasında tanıdığı olsa mı daha iyi olur diye düşünmeden edemiyor…

Oyun iki perdeydi, ikinci perde birinci perdeden daha uzundu…

Oyunun kadın kahramanı başlarda doğum günü pastası olmadığından mum yakarak dilek diliyor...

Ben de kendi kendime tiyatro seyrederken 'Bir dilek dilesen tutar mı?' diye düşünüyorum, 'tutsa da tutmasa da çok sorun olmaz' düşüncesiyle bir dilekte bulunuyorum; ne dilediğimi burada paylaşmayı red ediyorum...


Oyunun bir yerlerinde doğum günü unutulan kahramanımıza yalnızca bir tek hediye geliyor; bir kutu çikolata; onu da kızkardeşi izin almadan yiyiyor; üstelik fındıklı mı diye uçlarından ısırarak kutunun içine bırakıyor; bir takım depresif durumlarda olan kahramanımız bu durumu fazlaca kafaya takıyor...

Ben de aklımda, onun kadar bile hediye almadığımı dolandırıyorum; uçları ısırılmış çikolataya razıyım...

Oyunun final sahnesinde kadın kahramanımızın kızkardeşleri süpriz yaparak doğum günü pastası yaptırıyorlar...

Ben ise 'Ya sabır!' çekiyorum; bana nispet olsun diye doğaçlamadan doğun günü bölümleri mi uydurmuşlar...


Şaka bir yana; arkadaşlarımı sahnede gördüğümde tarifi imkansız bir duygulara kapılıyorum; kendimi o olayın bir parçası gibi duyumsuyorum; biraz kıskançlık var, biraz onlarla gurur duymak var, hem kaç tane arkadaşınızı böyle bir işyerinde ziyaret edebilirsiniz ki…

Doğum günümü tiyatroda kutlamamın, bu yıl tiyatro ile biraz daha içli dışlı olacağımın sinyali gibi algılamak istiyorum; en azından hedefe giden yolda bir başlangıç olsun…

Oyuna gelince...

Tiyatro bölümündeki öğrencilik günlerimizdeki ‘eleştiri-inceleme’ dersinde öğrendiklerimizden yola çıkarak ayrıntısını bir araya geldiğimizde kafa-göz yararak konuşuruz…

Yine de tanıtım bilgileri aktarıyorum...

Suçlu Yürekler
Yazan: Beth Henley
Çeviren: Aclan Büyüktürkoğlu
Yöneten: Aclan Büyüktürkoğlu
Dekor Tasarım: Hakan Dündar
Giysi Tasarım: Esra Selah
Işık Tasarım: Zeynel Işık
Yönetmen Yardımcısı: Nesrin Üstkanat
Asistan: Çağman Pala

Sahne Amiri: Kazım Kerimoğlu
Kondüvit: Serhat Çetin
Suflöz: Sibel Boztaş
Işık Kumanda: Metin Çatma
Dekor Sorumlusu: Ömer Akyüz
Aksesuar Sorumlusu: Davut Akuş

Rol Dağılımı: (Sahneye çıkış sırası ile)
İpek Çeken, Serpil Gül, Adnan Erbaş, Elvin Beşikçioğlu, Berna Konur, Eren Oray

Konu: İnsanı yalnızlığa iten ve kaybolan Amerikan ideallerini; uzunca bir süredir birbirinden ayrı ayrı yaşayıp, hiçbir anlamda birbirine benzemeyen, fakat en küçük kız kardeşin cinayete teşebbüsü nedeniyle bir araya gelen ve sürekli birbiriyle rekabet eden üç kız kardeşin beklenmedik buluşmalarını ve onların fırtınalı geçmişlerini resmederek vurgulayan Plutzer, Golden Globes, New York, Film Critics Circle Awards gibi pek çok ödül kazanmış, Diane Keaton, Jessica Lange, Sissy Spacek' in oynadığı film versiyonuyla 3 dalda Oscar' a aday olmuş tatlı sert bir komedrama.
Aile birlik ve beraberliğinin giderek yok olmaya yüz tuttuğu günümüz dünyasında aradığımız güven ve sevginin sadece aile ortamında bulunabileceğini ifade etmesi açısından da ayrı bir önem taşıyor.

Doğum günü...

Bugün doğum günümken…
Yarım yüzyıllık bir yaşamı geride bırakmama birkaç yıl kalmışken…
Bir berber koltuğunda oturmuş, aynadan beni, benim saçlarımı kesmeye kendini kaptırmış berberi ve berberin kestiği saçların kucağıma dökülüşünü düşünüyor, siyah ve gün geçtikçe fazlalaşan beyaz saçlara dikkatlice bakıyor, seyrelmeye başlayan saçlarımın ruh halini biraz daha anlamaya çalışıyorum…

O saçların arasında otuz üç yıldır arkadaşlığımı sürdürdüğümü bir arkadaşımı görüyorum; onunla yaşadığımız onlarca aşk, yüzlerce macera, binlerce anının arasından ilk aklıma gelen; deniz kenarında bir büyük votkayı iki şişeye paylaştırdığımız, üstüne portakal suyu takviye ettiğimiz, tek kişilik yer yatağını dalgaların dibine kadar çektiğimiz, votkalarımızı içerek gökyüzünde kayan yıldızları seyrettiğimiz, her kayan yıldızın birinin öldüğü anlamına geldiğini, ellerinle kayan yıldızı göstermenin uğursuzluk getireceği düşüncesiyle, ‘Hı?’ gibilerinden bir soruyla görüp görmediğini onaylattığımızı, eğer gördüyse ‘Hııı,’, görmediyse de ‘Ihhıı’ yanıtı alarak sızıp kaldığımız geceyi anımsadım…
İlk aşkımı düşündüğümde yirmi sekiz yıl öncesi aklıma geliyor; bir tiyatro binasında, sahne ışıklarının oldukça az, seyir yerinin bütünüyle karanlık olduğu ortamda, gizlemeye çalıştığım gözyaşlarıyla ilk aşkımın öğretmenine duygularımı anlatıyorum…

En eski arkadaşım kadar önemsediğim üniversite arkadaşımla, yirmi altı yıl öncesinde, bir gecekonduda, dört unutulmaz yılımızı paylaşmıştık; yeni tanıştığımız iki kız arkadaşın yurda giriş saatlerini kaçırmaları için iki saat boyunca ‘Mor Adam’ hikayesini anlattığımı, sonuçta kızların yurda giriş saatini kaçırdıklarını ama hikayenin sonunu öğrenemediklerini kendi kendime gülümseyerek anımsıyorum…
Üniversitede aynı ders sırası paylaştığım arkadaşım da onun kadar özeldi…
Bir zamanlar iş ortağım ve asker arkadaşımla birçok unutulmaz anının arasında yirmi yılı geride bırakmışız…
Ev, eş, çocuk derken tanıştığım, gerçek yaşam mücadelesinin kolay ve zor günlerinde bir arada olduğumuz arkadaşımla on beş yıl geride kalmış…
Bir dernek ortamında tanıştığım on üç yıllık arkadaşımı da listeye ekleyeyim…
Berberin koltuğundan önüme dökülen saçlarıma bakarken, eşimle ve oğlumla yaşamımın üç gününden birini beraber geçirdiğimi anımsıyorum; oğlum yaşamının tamamını bizimle yaşarken, eşim ise yaşadığı her iki günden birini benimle geçirmiş…
‘Bir dakikamızı bile boşa harcamayalım,’ derken nerelerden nerelere gelinmiş…
Ben olmasaydım da bu dünyadaki yaşam daha farklı olmayacaktı; kötüler yine kötülüklerini yapacaklar, iyiler yine iyi olmaya çalışacaklar, ne iyi ne de kötü olanlar da iyi ya da kötü yaşamlarını sürdüreceklerdi…
Ama, fakat, lakin…
Ben olduğum için bu dünyanın bensiz bir dünyadan daha farklı olduğunu da kabul etmek gerekir; dünyanın bir ucunda kelebek gibi çırptığım kanatlarım, dünyanın başka bir yerinde depremler yaratabiliyor, tsunamilere neden olabiliyor, benim sayemde birilerinin yaşamları değişiyor ve o birileri de başkalarının yaşamlarını değiştirebiliyor; birbirlerini tetikleyen domino taşları misali…
Bundan sonra yaşanacaklar geçmişte bıraktıklarından daha az olacak; her gün birileri eksilecek, bir gün de berberin kestiği siyah ve beyaz saç kırpıklarını geride bırakarak eksilenlerin arasına karışıp gideceğim…

Bazen…
Yuvadan uçup gitmek ister insan; nereye gideceğini bilmemektedir; ama neresi olursa olsun bir yerlere gitmek istediğine şüphe yoktur…
Zaman yuvadan uçma zamanıdır; bugün uçmasa da yarın uçacaktır, yarın olmasa da öteki gün, günün birinde, günler çok daha fazla ilerlemeden…
Sen ‘Daha iyi bir yuva mı bulacak?’ diye sorgularken, o gideceği yuvanın kendisi için önemli olmadığına çoktan karar vermiştir; belki nasıl bir yuvaya başını sokacağının kaygısı vardır, belki nasıl karnını doyuracağının ya da üstüne giyeceği kıyafetin kaygısını yaşamaktadır; ama karşı karşıya kaldığı durumlar yolundan dönmesi için bir neden oluşturmamaktadır…
Hem neden her şey kötü olsun ki?
Uzaklara doğru kanat çırpmadan uçmanın ne kadar yorucu olduğunu bilemezsin, başka bir yere konmadan ayaklarının üstünde durup duramayacağından emin olamazsın; belki birkaç kanat çırpışında nefesin kesilecek, konmaya çalıştığı yerde sendeleyerek ayağını burkacaksın, belini inciteceksin, belki kafanı taşlara çarpacaksın…
Ne yaparsan kendin için!
Gökyüzünde senin gibi kanat çarpanlarla karşılaşmadan, bir zamanlar söylemek istenenlerin anlamını kavrayamazsın; belki yalan yanlıştır, belki eksik anlatılmıştır, belki fazla abartılmıştır; o sürünün arasında kanat çırpmadan bilemezsin…
Belki o sürüden de koparak bütünüyle yalnızlaşacaksın…
Belki o sürüden yalnızca birine takılarak kader birliği yapacaksın…
Belki gökyüzünde kanat çırparken yaşamın her yerde aynı olduğunu görerek hayal kırıklığına uğrayacaksın…
Belki her kanat darbesi yeni bir coşku, yeni bir umut olacak, ne geriye dönecek, ne de uçtuğun yuvayı özleyeceksin…
Bir gün, yıllarca kanat çırpmanın yorgunluğuyla uçtuğun yuvaya geri dönmek istediğinde, o yuvanın senin gidişinle boşaldığını, geriye gelişinin yuvanın içini dolduramayacağını, seninle birlikte yuvayı terk eden kişinin kim bilir nerelere uçtuğunu, nerelere konduğunu bilemeyeceksin…
Öyle olsa da yelkovanın akrebe hızla tur bindirdiği bir dünyada yaşadığını düşünerek üzülme, zaman akıp gidiyor, sen de bir tur daha fazladan atarak yeni ufuklara doğru yeniden kanatlarını çırpabilirsin…
Umutla…
Gururla…
Kendin olarak…

Bir dost...
Yirmi yıl öncesindeki tanışıklığımız Sivas’taki askerlik günlerimize dayanıyor; birlikte nöbet tutabilmek yapılan fedakarlıklar, ‘Aç! Aç!’ gösterileri, Amerika’nın ilk Irak saldırısında kaçak durumuna düşmemek için oynanan oyunlar, tiyatro çalışmaları, kazan dairesinde verilen şarap partileri, birliğin duvarında ‘En büyük asker bizim asker!’ diye atılan naralar…
Askerliğin hemen sonrasında Antalya’da başlayan iş ortaklığı, sırt sırta vererek soğuk depo işinde rakipleri dize getirmek, buz tutmuş yollarda yokuş yukarı araba itmek, benzini biten arabamızı nasıl iteceğimizi planlarken karşımıza çıkan benzin istasyonu, bu arada birlikte hayatın tadını çıkarmak, yaşantımıza giren sevgililer, en büyük aşkımın tanığı, en büyük aşkımla evliliğimizin tanığı, oğlumun doğduğu günlerin tanığı, oğlumun yaşadığı sıkıntılı günlerin tanığı…
Yaşamın yıprattığı ilişkiler arasında yıpranan iş ilişkimiz, her gün biraz daha sertleşen kapışma süreci, sektörün en büyük fuarına katılışımız sırasında ortaklıktan ayrılmaya karar verişimiz, o gece babamın ölümüyle bir süre ertelenen ayrılık süreci, ne kadar kalplerin kırıldığı bilinemez ama medenice ayrılış…
Aynı sektörde rekabet yapan eski ortakların itişip kakışması, bazen hüzün, bazen komedi, zaman ilerledikçe birbirimizin hayatında neredeyse hiç yer almamak; duydum ki evlenmiş, duydum ki baba olmuş, duydum ki babasını kaybetmiş…
Biraz daha zaman geçiyor aradan…
Biraz daha babalarımızın yaşamlarımızda yarattığı boşluğu dolduruyoruz…
Biraz daha baba oluyoruz…
Bir dostun ufacık yönlendirmesiyle yapılan telefon görüşmesi, hemen sonrasında ailece tanışma, bira eşliğinde lambuka balığı avına çıkış, ailece yenilen akşam yemeği sırasında yaşanılan keyifli günleri yeniden anımsayış…
Sözünü ettiğim Can Hakan Karaca’yla Çelebi Marina’daki akşam yemeğinde, geçmişin acı ve tatlı günlerini, birbirimizden habersiz geçen yılların neleri getirip, neleri götürdüğü üstüne unutulmaz bir sohbet yaptık…
22. EYLÜL 2009
ANTALYA

Bazen…
Kendini yitirir insan; hangi zamanda yaşadığını bilemez, nerede olduğunu bulamaz…
Kimi zaman da sevdiklerinde birini yitirir; annesidir, babasıdır, arkadaşıdır, sevgilisidir, çocuğudur belki de, belki de uzaktan uzağa takip ettiği medyatik biridir; bir anda gözünün önünden kaybolur gider, parmakları parmaklarından ayrılır, bir daha seyrek duyar adını başkalarının dudaklarından…
Zamanla yitirdiğinin yokluğuna alışmaya başlarsın…
O olsa iyi olur ama olmasa da olabildiğini anlarsın…
Ya yitirdiğin kişi sensen?
Sen kendin olmadan yaşamaya ne kadar devam edebilirsin?
Kendi bedeninde başkasını yaşamayı ne kadar kabullenebilirsin?
Mevlana’nın dediği gibi; göründüğün gibi olamıyorsan olduğun gibi görünmenin bir yolunu bulmaya çalışmalısın!
Bu nasıl bir yoldur?
Bir başkasını arıyor olsan, polise gidersin, hastanelere bakarsın, gazetelere kayıp ilanı verirsin, dedektifler falan tutarsın…

Ya kendini aramaya çıktığında?
Bir polis karakoluna gidip ‘Ben kendimi arıyorum!’ diye şikayet dilekçesi veremezsin, hastaneleri dolaşarak ‘Beni buralarda gördünüz mü?’ diye soramazsın, gazetelere ‘Beni görenlerin bana haber vermesi durumunda mükafatlandırılacaktır,’ diye ilanlar yayınlatamazsın, tutacağın dedektif parasını arayandan mı yoksa aranılandan mı alacağını bilemeyecektir…
Kendini yitirmene neden olan kişi eşin olabilir mi?
Çocuğun da olabilir!
Ev halidir, iş halidir, bin bir türlü dünyanın hali var, onlardan biridir!
Nazar deymiş de olabilir!
Ya da tanrının işidir…
Belki de çok uzaklara gitmeden Yunus Emre’nin sözlerine kulak vermek gerekmektedir; her ne ararsan kendinde ara, Kudüs’te, Mekke’de, hacda değildir…


NOT: Bu yazı Famale Dergisi'nin (http://www.female.gen.tr) 2014 Kasım sayısındaki 'Simurg' köşesinde yayınlanmıştır. 

Daha Yeni Kayıtlar Önceki Kayıtlar Ana Sayfa