Blogger Template by Blogcrowds

Bazen...

Gereğinden hızlı yaşadığınızın kuşkusuna kapılırsınız…

Yaşamın dinamik döngüsünde bir şeyleri ıskaladığınız düşüncesi peşinizi bırakmaz; bu duyguyu yoğunlukla yaşamanızın nedeni ilerleyen yaşınız mı, ağır yaşam koşullarında bir nefes almak için geriye bakmanız mı, her konuda gereğinden fazla düşünmeniz mi; bir mutsuzluk, bir umutsuzluk; belki de tembelliğinize bir kılıf arayışıdır…

Hız kesmeden ilerleyen bir alametin penceresinden dışarıya baktığınızda, birbirinin arkasına eklenen onlarca, yüzlerce, binlerce telefon direğinin gözlerinizin önünde bir duvara dönüştüğünü göreceksiniz. Sizce telefon direklerinin arasında zıplayan tavşan karnını doyurabilmenin telaşında mıdır? Sert esen bir rüzgara boyun eymiş kır çiçeğinin daha fazla ne kadar direnebileceğini tahmin edebilir misiniz? O telefon direklerinin arasında dünyanın en değerli taşlarından biri sahibini bekliyor olabilir mi?

Bu yaşamda ulaşmak istediğiniz her ne ise hızla geçip gittiğiniz iki telefon direğinin arasında olabileceğini düşünün; en büyük aşkınızı, en büyük rüyanızı, hayallerinizi, umutlarınızı, yaratıcı düşüncelerinizi, sizi siz yapan birçok şeyinizi…

Durun…

Paniğe kapılmayın…

Biraz sakin olalım lütfen…

Bu yazıyı okurken bile, bu adam ne demek istiyor, bir an önce söylese de daha fazla zaman yitirmeden derdini anlasak; ya da kelime kelime ilerlemek yerine paragraflara göz gezdirerek yazının son satırlarına bir an önce ulaşsak…

Ben yazmaya saatlerimi ayırdıysam, siz de fazladan birkaç dakika özveride bulunun; birkaç dakika geç uyuyun, birkaç dakika erken kalkın, yarım yamalak okuyacağınız yazıların birinden vazgeçerek yazıyı hakkını vererek okuyun; ya da hakkını vererek okuyacağınız başka bir yazı için burada okuyacaklarınızdan vazgeçin…

Bu alametin üstünde hızla ilerlerken yarım yamalak yaşamayın!

Hakkını verin yani!

Bir dostum, ‘Bu güne kadar senin yaşadığın gibisinden bir aşk yaşamadım,’ demişti; iki telefon direğinin arasında sizi bekleyen bir aşk varsa, bir ucundan yakalamayı becerdiyseniz, sıkı sıkıya kavrayın, bir sonraki iki telefon direğinin arasında yenisini bulacağınızı, binlerce telefon direğinin arasında yüzlerce aşkın sizi beklediğini düşünürseniz hayal kırıklıklarına hazırlıklı olun…

Birden fazla çocuğu olanlar, ‘İlk çocuğumuzdan bir şey anlayamadık, yaşamın telaşı arsında büyüyüverdi, son çocuğumuzu hakkını vere vere yetiştirdik,’ diye konuşurlar; iki telefon direği arasında anne ya da baba olduysanız bütün çocuklarınızın değerini bilin, bir dahaki sefere öyle bir çocuk yetiştirme şansınız olmayabilir…

Bu yaşamda ne olmak istediğinizi iyice düşünün, gözlerinizi iyice açarak telefon direklerinin arasında sizi düşlerinize ulaştıracak fırsatları asla ıskalamayın; her ıskaladığınız zaman dilimi düşlerinizden biraz daha uzaklaşmanıza neden olacak, bir süre sonrasında öyle bir düşünüzün olduğunu bile anımsayamayacak, çok yıllar sonra geride neleri bıraktığınızı düşünürken, Keşke o zaman yapsaydım,’ diye hayıflanmak dışında elinizden bir şey gelmeyecektir…

Bu yüzden Cem Karaca’nın ‘Bindik bir alamete, gidiyoruz kıyamete,’ dediği yaşamda yol alırken, sonu kıyamet olan bir yolculukta, alametin fren ve gaz pedallarının olduğunu aklınızdan çıkarmayın. Bir an önce kıyamete yetişmek yerine, yeri geldiğinde alameti yavaşlatmayı, telefon direklerinin arasına sizler için bırakılmış armağanları almayı, o armağanları sizler için oralara bırakanlara teşekkür etmeyi unutmayın…

Son durduğunuz yere alametten inerken sizlere gerekli olan ne kadar çok telefon direği geçtiğiniz değil, direklerin arasından topladıklarınız olacaktır…

Bu yazıyı da telefon direklerinin arasına senin için bırakmıştım…

Kim o diye etrafına bakınma!

O sensin!

Cumartesi sabahı Ankara’daki Gordion alışveriş merkezindeydik…

Tutkun’la birlikte kahvaltı etmek için yiyecek kartındaki işletmelerin arasında dolaşırken Mado’nun K.Maraş usulü köy kahvaltısının duvardaki fotoğrafına tav olarak masaların birine oturduk.

Menüyle yanımıza gelmek yerine sallana sallana kendini getiren garsona, “Şu fotoğraftaki kahvaltından bir tane istiyoruz, bir de portakal suyu lütfen,” diye siparişimizi verdik.


Bizim kahvaltımızı hazırlayan garsonları uzaktan izlerken, bir yakın dostumun ‘Biz Türkler başkalarına hizmet etmek için yaratılmamışız, genlerimizde böyle bir gen yok,’ deyişini anımsadım. Aşırı milliyetçi bir yaklaşımdı! Bu konuda karşılıklı konuşmaya başladığımızda Türklerin tarih boyunca kendilerine hizmet edilen bir toplum olduğunu, bu yüzden başkalarına hizmet etmeyi beceremediklerini söylemiş, ben de itiraz edince konuşmamız uzayıp gitmişti…

Kahvaltı sırasında yaşadıklarım yakın dostumun söylediklerini anımsamama neden oldu. Bir alışveriş merkezinin fastfood katında kahvaltıya 20 TL para istiyorsanız yalapşap hizmet vermek hakkına sahip değilsiniz; hele ki bir Türkiye markası olmaya çabalayan Mado’nun böyle bir davranışta bulunmaya hiç hakkı yok! Bu düşüncelerimi garsonlarla paylaşmaya niyetli değildim ama hesap 27 TL gelince bir şeyler söylemek zorunda kaldım.

“Neden yirmi yedi lira?”

“Köy kahvaltısı ve portakal suyu var.”

“Evet?”

Meğerse portakal suyunun 7 TL’miş!

Bir içeceğin fastfood katında yüksek fiyatla satılmasının doğru olmadığını söylemek için garsonu uyarmak istedim. Bu kez yanlışlarının olmadığını kanıtlamaya çalışan garson menüyü göstererek işlerin daha da karışmasına neden oldu. Bana sunulan kahvaltıyla menüde yazılı olan kahvaltının birbiriyle ilgisi yoktu; bize 12 TL’ye satılan klasik kahvaltı ile 20 TL’ye satılan K.Maraş usulü köy kahvaltısı arasında bir şeyler yedirmişler, karşılığında 20 TL istiyorlardı…

“Bana buranın yöneticisini gönderir misiniz?” diye istekte bulununca, başka bir garson karşıma dikildi.

“Yönetici benim efendim,” diyen garsonu kuşkulu gözlerle süzdüm. “Bir sorun mu vardı?”

“Sorunumuz yirmi liraya satılan kahvaltıdaki peynir ve ekmek çeşitlerinden bize vermemeniz,” diyerek menüdeki yazılı olan çeşitleri gösterdim.

“Kahvaltıda altı çeşit peynir oluyor ama merkezden yalnızca ikisini göndermişler…”

“Bu sizin sorununuz.”

“Haklısınız efendim.”

“Menüde zengin ekmek çeşitleri yazıyor, fotoğrafta simit bile var, siz bize yalnızca beyaz ekmek yedirdiniz, üstelik sonradan gelen ekmek de bayattı.”

“Haklısınız efendim.”

“Reçeller de fotoğraftaki gibi değil,” derken yönetici olduğunu söyleyen garson başıyla onaylamayı sürdürüyordu. “Fotoğrafta petek balın üstünde kaymak var, siz bana süzme bal verdiniz, kaymak ise zaten yok.”

“Haklısınız efendim.”

“Her söylediğimde haklıysam, benden yirmi lira yerine on iki liralık kahvaltının parasını almalısınız.”

“Haklısınız efendim,” diyen yönetici garson hesabı değiştirmek üzere kredi kartımla beraber kasaya gitti.

Ben bu kadar hatayı unutmaya çalışırken on dakika kadar kredi kartımın geriye gelmesini bekledim. Bir süre sonra sıkılarak kartımı geri istedim. Aradan beş dakika daha geçtikten sonra kredi kartımı getiren yeni bir garson hesabımda değişiklik yapamayacaklarını söyledi. Beni tanıyanlar ne kadar sakin bir insan olduğumu bilirler. Kibarca yöneticinin yeniden masama gelmesini istedim. Onun yerine bir başkası karşıma dikildi.

“Buranın yöneticisi benim efendim.”

“Ben az önceki yöneticiyi istiyorum.”

“Sorununuzu bana söyleyebilirsiniz.”

“Bir kere de size anlatmak istemiyorum,” derken hala sakinliğimi koruyabildiğime ben bile şaşırdım. “O yönetici gelsin ve benim yanımda sorunumun ne olduğunu size anlatsın.”

Garson yönetici masamıza yeniden gelmek zorunda kaldı.

“Ben yönetici değilim efendim,” dedi utangaç bir yüzle.

“Az önce yönetici olduğunuzu söylediniz?”

“Haklısınız efendim…”

Bu bir kamera şakası mı diye etrafımda kamera aramaya başladım…

Şaka falan değilmiş!

Son gelen yönetici durumu yarım yamalak kavradıktan sonra ellerinden hiçbir şey gelmeyeceğini belirtti. Bir şikayetim varsa web sayfası üzerinden Mado’ya iletebileceğimi de sözünün sonuna ekledi. Ben de onların web sayfası yerine kendi web sayfamı kullanarak Gordion alışveriş merkezindeki Mado’un şubesinde nasıl dolandırıldığımı sizlerle paylaşmayı tercih ettim.

Bu beceriksizliğin Mado’ya bedeli ne olur dersiniz?

Daha Yeni Kayıtlar Önceki Kayıtlar Ana Sayfa