Blogger Template by Blogcrowds

EVEREST YOLCULUĞU 1

BAŞLANGIÇ…


Hakan Karaca’yla üretim bantlarının arasında dolaşıyorduk…

Bana CNC tezgahlarında metal levhaların eğilip bükülüşlerini, poliüretan malzemesinin tonlarca ağırlıktaki preslere nasıl direndiğini izletiyordu. Bir yandan da geçmişimizdeki eğlenceli günleri konuşarak gülüşüyorduk. Bir soğuk depo cihazındaki elektronik kumandanın nasıl çalıştığını anlatırken enerjinin verimli kullanımıyla ilgili AR-GE çalışmalarından söz etmeye başladı. Kazandıklarının çoğunu araştırma ve geliştirmeye yatırdığını söylerken gözlerinin içi parlıyordu.

“Yolun sonuna iyice yaklaştık Kadir,” dedi. “Zirveye bayrağımızı dikmeye az kaldı.”

Bu sözlerinin güzel bir benzetme olduğunu düşünmüştüm!

Ne söylemek istediğini daha sonra anlayacaktım…

Cantek fabrikasındaki turumuzu soğuk depo cihazlarını ya da poliüretan panellerini üreten teknolojik makinelerin arasında tamamlayacağımızı düşünüyordum. Bir anda kendimi karlarla kaplı dağın eteklerinde buldum. Şaka gibiydi! Önünde durduğum pencerenin öteki tarafına bir metreyi aşan kar yağdırılmıştı. Kar tanelerinin kuru ağaçların dallarına yuvalandığı manzara Hollywood filmlerinin dekorlarını anımsatmaktaydı.

İki yüz metrekarelik alandaki panoramik manzaraya büyülenmişçesine kilitlenmişken “Burası da Kar Ada!” diyen Hakan Karaca prototipini izlediğim projesinin amacını anlatmaya başladı.

Yaz aylarında termometrenin 45 santigradı sıklıkla gösterdiği ya da kar tanelerinin kırk yılda bir yolunun düştüğü bölgelerde 365 gün boyunca doğal kar kalitesinin keyfi yaşatmayı hedeflemekteymiş…

“Yazın ortasında bronzlaş bir tenle kartopu oynamak her kula nasip olmaz.”

“İçeriye girdiğinde gerçek bir kar havasıyla karşılaşacaksın.”

“Oldu alacak bir de kayak pisti de yapsaydın?” diye takıldım.

“Hepsi var!” diyen arkadaşım oldukça ciddiydi. “Çocukların kocaman bir kardan adam yaptıklarını, burnuna havucu, gözlerine kömürleri yerleştirirlerken nasıl kendilerinden geçeceklerini gözünde canlandırabiliyor musun?”

“Bu arada anneleri, babaları ne yapacak?”

“Seçenek çok… Kayak yapmasını bilmeyenler karlı tepelerdeki trekking turuna da katılabilir.”

“Ya yorulanlar?”

“Kar Ada gerçek bir eğlence merkezi olacak, isteyen kar manzarasının karşısında içkisini yudumlayarak günün keyfini çıkarır, isteyen hamburgerini yedikten sonra eğlencesine geri döner, isteyen istediğini yapmakta özgür…”

Merakım beni Kar Ada’nın içinde itti. Bir süre yeni yağmış hissi uyandıran kar tanelerinin üstünde dolaştım. Kuru ağaç dallarına yuvalanmış kar tanelerini incelerken negatif iyonlarla zenginleştirilmiş gerçek dağ havasını ciğerlerime doldurdum. Aramızda kalmak kaydıyla, bir kartopunu Hakan Karaca’ya fırlattığımı da söylemeliyim…

Bu proje Antalya’ya en yakın kayak merkezi olan Saklıkent’e kızını götürdüğünde aklında belirmeye başlamış, çok geçmeden de AR-GE çalışmaları tamamlanmış, şimdi de sırada Türk mühendislerin tasarladığı projeyi Türkiye’nin çeşitli bölgelerinde hayata geçirecek yatırımcıları bulmaya kalmış…

“Kar Ada projesi gerçekleştiğinde Türkiye için bir ilk olacak!” derken, bu güne kadar Cantek firmasının liderliğinde gerçekleşen projeler üstüne konuşmamızı sürdürdük.

Örneğin; soğuk depo cihazları ve panellerini bir arada üreten Türkiye’nin en büyük tesisiydi.

Örneğin; İngiliz ordusuna soğutmalı morg kabinleri tasarlamıştı.

Örneğin; İngiliz Kraliyet Sarayı’ndaki mutfakların soğuk depoları firmasının eseriydi.

Örneğin; Ansiyat tarafından yılın işadamı seçilmişti.

Birkaç saat önce söylediği söze gönderme yaparak “Sen zirveye bayrağı çoktan dikmişsin,” dedim.

“Henüz değil,” derken oturduğu makam koltuğundan kalkarak yanıma doğru yürüdü.

Şu ana kadar söylediklerinden daha önemli bir şey söyleyeceğini bilecek kadar kendisini tanıyordum.

“Hayırdır?” dedim ikili koltuğa oturduğu sırada.

“Soğutma sektöründeki yirminci yılımızda kimselerin yapamadığını yapmanın eşiğindeyiz.”

“Türkiye’de yapmadık bir iş bırakmamışsınız ki!”

“Ben Türkiye’den söz etmiyorum.”

“Yani?”

“AR-GE birimimizin dünyada bir ilke imza atmasına az kaldı.”

Biraz daha konuyu açarak az enerji tüketen akıllı soğuk depo cihazları üstüne çalıştıklarını anlattı. Bütün dünya enerjinin ekonomik kullanımına kafa yoruyor. Onların önüne geçebilecek bir projenin Türkiye’den çıkacak olması beni de heyecanlandırdı. Hemen ardından Nasuh Mahruki’nin bir ilki gerçekleştirmek için yeniden Everest’in zirvesine çıkışına sponsor olacağını anlatmaya başladı.

Cantek, Nasuh Mahruki ve Everest…

“Çok zor bir organizasyon!”

“Yaşamda kolay ne var ki?”

Bu noktaya işini nasıl taşıdığına tanık olanlardan biriyim. Cantek’in bayrağını Everest’e taşıyacak olan Nasuh Mahruki gibi hedefine adım adım ilerlemiş, her adımında zorluklarla, umulmadık sürprizlerle karşılaşmış, bir yolunu bularak bu günlere ulaşmıştı; şimdi ise yarınlar için daha büyük bir adım atmaktan söz ediyordu…

Akdeniz Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor Yüksekokulu’nda öğretim görevlisi Yılmaz Sevgül’ün Antalya Sanayici ve İşadamları Derneği’nde yaptığı bir konuşma sırasında proje ortaya çıkmış. Sohbet bölümünde Nasuh Mahruki’le birlikte Everest’e çıkmayı arzuladıklarını, Nasuh’un on beş yıl sonra yeniden zirveye çıkmaktan heyecan duyacağını, bu kez oksijen desteği olmadan tırmanmaya çalışacağını, bunu dünyada başarabilen az sayında dağcıdan birisi olmak istediği halde sponsor desteği bulamadıkları için projeden umutlarının tükenmek üzere olduklarını anlatıyormuş. O sırada Hakan Karaca’nın düşünceleri oluşmaya başlamış. Bazı arkadaşları sponsorluk konusuna ilişkin şakalar yaparken, o bütün ciddiyetiyle Nasuh Mahruki’yle görüşmek istediğini söylemiş. Bir süre sonra da Antalya’daki fabrikada buluşmuşlar. İlk tanışmaları sırasında kendisini fazlasıyla etkileyen efsane dağcıyla zaman yitirmeden mutabakata varmışlar. Daha geniş bir destek oluşturmak için soğutma sektöründeki tedarikçilerini de Everest projesine dahil etmeyi düşünmüş. Böylece sponsorluk olayı sektörsel bir boyut kazanabilecekmiş…

“Sen bu işi yapmaya niyetlisin galiba?”

“Biz niyetin çok daha ötesine geçtik. Bütün bağlantılar yapıldı, sponsorluğu destekleyen firmalarla mutabakata vardık…”

“Yani?”

“Mart ayının sonunda Everest’e tırmanmak üzere yola çıkacağız.”

“Şaka mı yapıyorsun?”

Şaka yapmıyormuş!

“Bu firmaların yetkilileriyle Nasuh’u tanıştırmak için bir akşam yemeği organize ettim. Çok keyifli bir geceydi. Sektörün büyüklerinden olduğu halde birbirini tanımayan firma sahiplerini aynı masada buluşturdum. Everest projesinin içinde olmak onlar için de, bizim için de büyük bir deneyim olacak…”

Güzel gecenin ayrıntıları da güzelmiş…

Yemeğin sonrasında bir ‘anı-ev’ gibi düzenlenmiş Mahruki ailesinin evine kahve içmeye gitmişler. Ev sahibinin dağcılık hikayelerinin evin her yerinde göze çarpmaktaymış. Onun fotoğraflarına bakarak bir dağın zirvesinden diğerine dolanıp durmuşlar…

“Sizin için ilgi çekici bir yolculuk olacak.”

“Senin de aramıza katılmanı istiyorum.”

“Neden?”

“Bu yolculuğun hikayesini yazarsın.”

O an için ne söyleyeceğimi bilemedim…





BASIN TOPLANTISI…

Basın toplantısının öncesinde biraz gergindik…

Bütün Türkiye bir döneme damgasını vuran komutanların gözaltına alınışıyla çalkalamaktaydı. Medyanın tamamı da cumhuriyet tarihinde ender rastlanacak olaya tanıklık etmenin telaşına düşmüştü…

Son hazırlıklar gözden geçirirken, Yılmaz Sevgül, Nasuh Mahruki ve eşi Mine salonun kapısında belirdi. Bir biçimde medyadan göz aşinalığım olan Nasuh Mahruki düşündüğümden daha kısaydı; belki de Yılmaz Sevgül’ün uzun boyunun yanında gözüme öyle görünmüştü…

Ayaküstü sohbetimiz sırasında ortaya çıkan küçük bir şakayı sizlerle paylaşayım: Nasuh Mahruki’nin yüksek tabanlı ayakkabısı Hakan’ın dikkatini çekince, ayakkabısının üstüne konuşmaya başlamıştık; özel bir tasarım olduğunu, yay biçimindeki yüksek tabanı sayesinde yürürken bile dağa tırmanış sırasında kullanılan kasları çalıştırdığını, bu yüzden iyi bir hazırlık ayakkabısı olduğunu, ayakkabıyı kimlerin ürettiğini, nereden ve nasıl satın alınabileceğini anlatırken, sözlerinin sonunda eşi Mine “Bir de boyu uzun gösteriyor,” diyerek son noktayı koydu. Eşinin esprisine birlikte gülerken, yirmi yedi yaşında Everest’in zirvesine çıkmayı başaran genç dağcının zirvede kaldığı yirmi dakika boyunca aklından geçirdiklerini anımsadım.

“Dünyadaki her şeyden büyük bu kütlenin zirvesinde, kumsaldaki bir kum tanesi kadar küçük bu bedenin ne kadar değersiz ve önemsiz olduğunu ve iç disipliniyle, kararlılığıyla, tutkusuyla, kendisini sınırlarına kadar zorlayan ve hayallerinin ötesine geçen bu insancığın ne kadar değerli olduğunu gördüm. Yaşamımda sorun ettiğim pek çok şeyin ne kadar anlamsız ve boş olduğunu, her şeyin ben olduğumu ve benim hiçbir şey olmadığımı, burasının son değil daha başlangıç olduğunu, yaşamanın çok ama çok güzel olduğunu ve dünyanın güzelliklerle dolu olduğunu öğrendim. Ve bu genç adamın, Dünyanın Ana Tanrıçasının zirvesinde, tüm yalınlığı, çıplaklığı ve kırılganlığıyla, gözyaşlarını gizleme ihtiyacı duymadan kendini bıraktığını gördüm ve öğrendim ki insan bir tanrıçanın önünde yalnızca ağlayabilirmiş.”

Yirmi yedi yaşında Everest’in zirvesine çıkarak her şeyin kendisi olduğunu ama kendisinin hiçbir şey olduğunu söyleyebilecek kaç insan tanıyabilirim ki?

Basın toplantısının öncesinde yaptığımız kahvaltı sırasında Nasuh Mahruki’yle birlikte Everest’e tırmanacak olan Yılmaz Sevgül’le yan yanaydık. Bir gün önce internette dolaşırken kaza geçiren bir dağcının hayatını nasıl kurtardığını okumuştum: 1998 yılında 1050 metre yüksekliğindeki Sivridağ’a tırmanış yapan beş kişilik dağcı grubu beklenmedik bir kaza yaşamış. İpin bağlı olduğu sikke yerinden çıkınca grup lideri kayalara çarparak yirmi metre aşağıya düşmüş. Bu arada bacağı ve kolu kırılmış. İpte yaralı bir halde asılı kalan dağcıyı kurtarabilmek için Yılmaz Sevgül’e ulaşmaya çalışmış. Aradan saatler geçtiği halde Yılmaz Sevgül gelene kadar operasyona başlamamışlar. O olmadan operasyona başlamadıklarına göre herkesin bildiğinden daha fazlasını biliyor olmalıydı! Yılmaz Sevgül kaza geçiren dağcının bulunduğu yere ip kullanmadan tırmanmış. Kırık bacak ve kolu artele aldıktan sonra kucağındaki dağcıyı iplerin yardımıyla zirveden aşağıya indirmeye başlamış. Sabaha karşı tamamlanan operasyon 8,5 sat sürmüş…

Yeri gelmişken, Everest’e tırmanacak dağcıların AKUT Arama Kurtarma Derneği’nin kurucuları olduğunu, Nasuh Mahruki’nin 1. Başkan, Yılmaz Sevgül’ün de 2. Başkan olduğunu ekleyerek derneklerinin bünyesinde gerçekleşen arama ve kurtarma çalışmalarını sonraki sayfalara bırakalım.

Basın toplantımız gözaltına alınan komutanların gölgesinde başladığı halde Anadolu Ajansı, Doğan Ajans, İhlas Haber Ajansı ve ulusal medyadan yeterince katılım oldu. Hakan Karaca ve iki dağcının tek tip kıyafetle basının karşısına çıkışı, arkalarında ‘Enerjini Doğru Kullan’ sloganının yazılı olduğu pano, Cantek firmasının dışında projeye destek veren soğutma firmaları, iki dağcının Everest’in zirvesine özlem dolu bakışlarını gösteren poster…

Basın toplantısının ilk konuşmasını yapan Cantek Soğutma Sistemleri Yönetim Kurulu Başkanı Hakan Karaca, yirmi yıl önce sıfır noktasından başlayarak bugünlere sektörün lider kuruluşlarından biri olarak geldiklerini, üretimlerinin büyük bölümünü yurtdışına ihraç ettikleri için Avrupa ve Ortadoğu’da azımsanmayacak bir pazar paylarının olduğunu, son üç yıldır AR-GE biriminin akıllı soğuk oda cihazları üstünde yoğun olarak çalıştığını, 2010 yılında üretimine başlanacak olan cihazların soğutma sektöründe Everest’e çıkmakla aynı anlama geldiğini, bu nedenle iki zirvenin de birbiriyle bütünleşeceğini düşünerek sponsor olmaya karar verdiğini söyledi.

“Son yıllarda ağırlık verdiğimiz enerji tasarrufuna paralel olarak bu yıl `Enerjini Doğru Kullan, Zirveye Tırman` sloganıyla yola çıktık. Bu noktada zirvedeki isimlerle yürümenin doğru olacağına karar verdik. Nasuh Mahruki bizim için çok değerli bir isim, böyle bir projede kendisi ile bir araya gelmekten çok mutluyuz. Tırmanışın ilk ayağında ben de ekip ile beraber olacağım ve bu heyecanı kısmen de olsa onlarla beraber yaşayacağım.”

Cantek firmasının yaptığı işleri gösteren tanıtım filminin izlenmesinden sonra “8000 metrelik dağların zirvesinde olmak bambaşka bir duygu yaratıyor,” diye konuşan Nasuh Mahruki ise uzun bir aradan sonra Himalaya’lara dönmenin heyecan verici olduğunu söyledi.

Özel bir tırmanış programı hazırladıklarını ifade ederek “Everest Dağı’na kuzey tarafından, Tibet üzerinden tırmandığım 1995 yılının ilkbahar sezonundaki ekspedisyonumdan 15 yıl sonra, bu kez güney tarafından Nepal üzerinden bu çok özel tırmanışı tekrar etmek istiyorum. Bu kez, dağcılıkta en iyi anlaştığım ekip arkadaşlarımdan biri olan Yılmaz Sevgül`le birlikte bu denemeyi gerçekleştirmek istiyoruz,” dedi.

İki dağcımızla birlikte yola çıkacak olan ekibimizin yolculuğu 2.000 metrelerde başlayacak ve ana kampa yedi ya da sekiz gün boyunca yürüyerek ulaşılacakmışız. Bu yüksekliğin anlamının tam olarak anlaşılabilmesi için Ağrı dağından bile daha yüksek olduğunun altını çizdi. Ana kamptan sonra ekibimizden ayrılacak olan dağcılarımız 8.850 metre yükseklikteki Dünyanın Ana Tanrıçası’nın zirvesine çıkmayı deneyecek, yeniden Everest zirvesini onlara açacak olursa, şükranlarını sunma fırsatını yakalayacaklarmış…

Everest dağına hem güneyden, hem kuzeyden tırmanmayı başaran az sayıda dağcının arasında yer almak istediğini söyleyen Nasuh Mahruki “Bu kez oksijen desteği almadan bu tırmanışı gerçekleştirmeyi planlıyorum. Yılmaz Sevgül ise oksijen desteği alarak tırmanışı yapacak. Normal şartlarda dağcılar, 8.000 metrenin üzerinde oksijen desteği ile tırmanışlarını sürdürürler. 1995 yılındaki Everest tırmanışımda sadece 8.600 metrenin üzerinde oksijen kullanmıştım. Everest`in ardından tırmandığım diğer 8.000 metrenin üstündeki dağlarda oksijen kullanmadım. Türkiye`den bugüne dek 14 dağcı Everest Dağı`na tırmanmayı başardı, bunların tamamı oksijen desteği ile bu tırmanışı gerçekleştirdi. Düşündüğüm şekilde başarabilirsek bu da Türk dağcılığında önemli bir ilk olacak,” dedi.

Oksijen desteği almadan tırmanışı gerçekleştirmenin çok zorlu bir süreç olduğunu vurgulayarak, “Yüksek irtifanın düşük hava basınçlı ve düşük oksijen miktarlı ortamında, Everest ve K2 gibi yüksek sekiz binliklere yapay oksijen desteği almadan tırmanmak, bir dağcının ulaşabileceği en üst düzey tırmanışlar arasındadır. 2000 yılında zorlu K2 dağına bu şekilde tırmanmayı başardıktan sonra, bu kez aynı şekilde Everest Dağı`na da temiz bir tırmanış yapmak istiyorum,” diyen Nasuh Mahruki on beş yıllık hayalini açıkça ortaya koyuyordu.

Bir medya mensubu zirveye tırmanmanın mı yoksa zirveden inişin mi daha zor olduğunu sordu.

“Yukarı çıkış daha zordur ama enerjinizi tırmanışta kullandığınız için geriye dönüşünüzde yorgun olursunuz, gereksinim duyduğunuz gücü bulamayabilirsiniz, bu yüzden dönüş yolculukları da tırmanıştaki kadar zorlukla geçiyor.”

Bir başka medya mensubunun iletişim olanaklarının ne olduğunu öğrenmek istemesi Nasuh Mahruki’yi on beş yıl öncesine götürdü.

“Ben zirveye çıktıktan iki hafta sonra babama haber verebilmiştim,” dedikten sonra artık koşulların çok değiştiğini, yanımızda uydu telefonunun olacağını, ayrıca tırmanışla ilgili ayrıntıların www.enerjinidogrukullan.com adresinden güncel olarak takip edilebileceğini belirtti.

“Ama henüz asansör kuramadılar,” diyen Hakan Karaca’nın esprisiyle konuşma devam etti.

Nasuh Mahruki, “En temiz enerji, tasarruf ettiğiniz enerjidir,” diyerek enerjiyi doğru kullanmanın önemini yeniden gündeme getirdikten sonra bu anlayışın mümkün olduğunu, enerji tüketimine böyle bir gözle bakılması gerektiğinin altını çizdi.

Hakan Karaca ise Türkiye’de elektrik tüketiminin yılda 1.5 milyar Euro civarında olduğunu, bu tüketimin Avrupa’da 150 milyar Euro civarına ulaştığını, %10 enerji tasarrufu yapabilmenin bile çok büyük rakamlara karşılık geldiğini belirtti.

Bir medya mensubunun “Tehlikeli yolculuklarınızın nedeni nedir?” sorusunun yanıtını hepimiz merak ettik.

Dağcılık sporuna üniversite yıllarında başladığını söyleyen Nasuh Mahruki, daha fazlasını yapabileceğini gördüğünü ve bu günlere geldiğini belirttikten sonra “Hayalimde böyle bir yaşam tarzı vardı ve onu adım adım gerçekleştiriyorum,” diyerek son noktayı koydu.

Yılmaz Sevgül ise yıllardır birlikte dağcılık yaptığı Nasuh Mahruki gibi yüksek irtifa dağcısı olmadığını, kaya ve düz duvar tırmanışlarına yoğunlaştığını, yedi binlik tırmanışlarının bulunduğunu, çoktandır sekiz binlik tırmanışın hayalini kurduğunu, bunun için gerekli desteği bulamadığını, tam ümitlerini yitireceği sırada Cantek firmasıyla yolunun kesiştiğini, bu sponsorluk anlaşmasının Türk dağcılığına büyük katkısının olacağını ve ilk sekiz binlik tırmanışının Everest’e gerçekleştirmesinin de kendisi için çok özel bir durum olduğunu belirtti. Bu kriz ortamında yaklaşımından dolayı Hakan Karaca’ya teşekkür eden dağcımız, akademisyen bir bakış açışıyla sponsorluk kurumunun önemini dile getirerek, yeni çıkan sponsorluk yasasının işletmelere yaptıkları masrafları vergiden düşebilme avantajı sağladığını, böylece spora ve sanata sponsor desteğinin büyük katkılarda bulunabileceğini anlattı.

Basın toplantısının sonunda içilen yorgunluk kahvesinde Hakan Karaca üretimlerini nasıl yaptıklarını anlatırken, bu projeye destek olan firmaların ürettiklerini ya da ithal ettikleri malzemeleri kullandıklarını, malzemelerin kalitesinden taviz vermemeye özen gösterdiklerini, Çin’den gelen malzemelerle yurtiçinde ve yurtdışında rekabet etmenin oldukça zor olduğunu, yine de rekabeti kaliteden taviz vererek yapmak yerine kazançlarından özveride bulunduklarını anlatıyordu.

“Çin’den bebek aldığında iki ay sonra gözü patlıyor,” diyen Mine Mahruki Hilton otelindeki konuşmamıza son noktayı koyuverdi.



SPONSORLAR…

Basın toplantısının devamı daha da ilginçti…

Üç aşağı, beş yukarı basın toplantısında karşımıza nelerin çıkacağı belliydi. Türk dağcılığının en önemli ismi sayılan Nasuh Mahruki yıllardır yaptığı gibi yeniden kendi sınırlarını zorlayacak bir yolculuğa çıkmak üzereydi; daha önceki basın toplantılarında karşılaştığı sorulara benzeyen sorularla karşılaşmış, daha öncesindekilere benzeyen yanıtlar vermiş, bu seferki yolculuğunun diğerlerinden farklı olan ayrıntılarına medyanın dikkatini çekerek tanıtım aşaması başarıyla geçilmişti…

Şimdi İstanbul’daki destekçilerin işyerlerine ziyarete gidilecek, bir çayları içilip, bir parça sohbet edilecek, ana kampa kadar sürecek olan yolculuğa katılmak isteyenlerin aklındaki soruları yanıtlayacaktık…

Bir taksiye binerek Tarlabaşı’na doğru yola çıktık. Hakan Karaca taksi şoförünün yanında, ben fotoğraf makinem ve sırt çantamla bir cam kenarında, Yılmaz Sevgül öteki cam kenarında, Nasuh Mahruki ikimizin arasında; kitaplarındaki uzun yolculukları çadırlarda ya da kar mağaralarında katlandığı eziyetleri anımsayınca taksinin arkasındaki üç kişilik yolculuğun rahatsızlık vermeyeceğine kendimi ikna ettim. Ben kısacık taksi yolculuğundaki sıkışıklığı bile önemserken, dağların zirvelerine ulaşabilmek için yaşanılanları yeterince içselleştirebilmiş değilim. Bir amatör spor için bu kadar eziyet, bu kadar risk ve her an ölümle karşılaşabileceğinin bilinciyle dağcılık sporuna devam etmek düşüncesi aklımı karıştırıyor. İş yaşamındaki direniş de dağcıların sınırlarını zorlamasından farklı sayılmaz; ne kadar çok risk alırsan, büyük başarılara imza atabilir ya da büyük başarısızlıkların altında ezilebilirsin. Bir kumarbaz misali güvelik önlemlerini almadan risklerin ortasına kendini bırakmışsan, ne iş yaşamı ne de dağlar hedefine ulaşmana izin vermeyecektir…

Bu düşüncelerle ilk ziyaret edeceğimiz firmanın yakınlarında taksiden inmiş, iki ya da üç basamaklı merdivenin son basamağından yere doğru ayağımı uzattığım sırada, Nasuh Mahruki sağ tarafımda, benim yarım adım önümdeydi. Bir anda kösele ayakkabımın kaydığını duyumsadım. O an, bekli de benim fark edişimin hemen öncesinde Nasuh Mahruki kolunu göğsüme doğru uzatarak yere devrilmeme engel oldu. Bu hızda bir refleksle daha önce karşılaşmamıştım; algılama, karar verme, kararı uygulama; hepsi bir an içinde…

1996 yılında kurulan YÜKSEL TEKNİK SOĞUTMA SANAYİ VE TİCARET LTD. ŞTİ. soğutma sistemleri ve klima alanlarında faaliyetini sürdürüyormuş. Firmanın şakacı sahibi Yüksel Turgut bir zamanlar Kasımpaşa Spor’un yöneticisi olduğundan başlayıp, biraz spor, biraz iş hayatı, biraz günlük yaşamış stresi, daha çok da Everest yolculuğu hakkında konuşarak çaylarımızı yudumladık.

“1995 yılındaki tırmanışımda da, diğer dağcıların aksine son kampta oksijenle yatmamış ve tırmanışta da, 8.600 metredeki İkinci Step`in altına kadar da kullanmamıştım,” diyen Nasuh Mahruki zirveye az bir mesafe kaldığı halde neden oksijen desteği almak zorunda kaldığını anlatıyordu. “Ancak ayak parmaklarımı dondurma riski meydana gelince, oraya kadar sırtımda taşıdığım oksijeni bu son etapta kullanmaya karar vermiştim. Bu tırmanışta da aynı şekilde yanımda oksijen bulundurmakla birlikte, eğer her şey yolunda giderse ve şartlar uygun olursa, oksijen desteği almadan tırmanışı denemek istiyorum. Ancak yine benzer bir durum olursa oksijen desteği alarak Yılmaz`la birlikte tırmanışı tamamlayacağım,” derken yüksek zirvelerde oksijen desteğinin dağcı için ne anlama geldiğini kavramaya çalışıyorduk.

“Solunum ve dolaşım sistemleri yapılan işe hemen uyum gösteremez,” diyen Yılmaz Sevgül, bu yüzden ‘oksijen borçlanması’ yaşanılabildiğini, dağcının ortama uyumun sağlanmasıyla oksijen tüketiminin normale döndüğünü, buna da ‘toparlanma’ denildiğini anlattı.

İlk ziyaret noktasındaki güzel sohbetin sonrasında dağcılarımızla fotoğraf çektirmek isteyenlerin hatırını kırmayarak birbirinden güzel pozlar vererek firmadan ayrıldık.

İkinci durağımız L’unite Hermetique marka kompresörlerin ithalatçısı olan FRİGOTERM SOĞUTUCU CİHAZLAR SANAYİ ve TİCARET A.Ş. firmasıydı. İşyeri Tarlabaşı Caddesi’ndeydi. Caddenin tarihi dokusuyla ilgili başlayan şakalaşma, bir süre sonra kentsel dönüşüm projesi kapsamında yıkılacağının konuşulmasıyla ciddi bir boyuta taşındı. Hep olduğu gibi dönüşüm sırasında istimlâk edilen yere ödenecek değerin gerçek rakamların çok altındaydı. Kapalı kapıların ardında dönen dolaplardan huzursuz olduklarını ifade ediyorlardı. Her halinden çok neşeli biri olduğu anlaşılan Emre de Everest yolculuğuna katılacakların arasındaydı. Yolculuğun hemen öncesindeki İtalya yolculuğundan biraz tedirginlik yaşasa da İtalya’dan Katmandu’ya doğrudan uçma seçeneğinin olabilirliği biraz rahatlamasını sağladı. O daha çok yanımızda alkol götürüp götüremeyeceğimizi merak ediyordu. Serpaların istediği kadar alkol taşıtabileceğini öğrenince rahatladı. Tabi ki soruların sonu gelmiyordu…

“Sigara içmenin bir zararı olur mu?”

“Yok canım,” dedi Nasuh Mahruki. “Yürüyüşlerimiz çok zorlayıcı olmayacak.”

“Ama yükseklerde oksijen az değil mi?”

“Sigara içinler az oksijenle yaşamaya alışık olduklarından onlara hiçbir şey olmuyor…”

Gülüşmeler sırasında arkası arkasına yapılan esprilerin ucu, yüksek irtifada çiğköfte yoğurmanın daha mı kolay yoksa daha mı zor olacağı muhabbetine taşındı. Aramızda doğru yanıtı bilen çıkmadı. Bir ara Nasuh Mahruki oralara hijyen olmayan malzemelerin götürülemeyeceği bilgisini aktarınca, bir yak budundan taze çiğköfte eti elde edilebileceği söylenerek gülüşüldü. Bu durumda 5.300 metre yükseklikteki ana kampta bir çiğköfte partisi ve yanında rakı içilerek sarhoş olunursa hiç şaşırmam…

Bir sonraki durağımız ÇETİNEL SOĞUTMA SANAYİ ve TİCARET A.Ş.’ydi. Bizi yemeğe götürmek isteyen Yönetim Kurulu Başkan Vekili Vaha Dağdevirenel’e zamanımızın kısıtlı olduğunu söyleyince oturmadan dönerlerimizin siparişi verildi. Bu arada herkesten daha fazla çevreye duyarlı olması gereken bilim insanlarının, bir üniversite kampusuna baz istasyonu yerleştirilmesine nasıl onay verebildiğini konuşuluyordu. ‘Zararlıdır ama o kadar da değildir,’ ya da ‘Ona gelene kadar zararlı olan o kadar çok şey var ki!’ savunmalarının arkasına sığınan bilim insanları ile zararının kesin olduğunu söyleyenler ortak bir noktada buluşamayınca konuyu mahkemeye taşımak zorunda kalmışlar…

Bu arada Yılmaz Sevgül’den doğayı zorlamakla ilgili başka bir örnek geldi: Antalya’nın Elmalı ilçesinde olağanüstü manzaraya sahip olan yüzlerce yıllık katran ormanı varmış, birkaç yıl önce ağaçların bulunduğu alandaki bir bataklığı kurutmuşlar, doğal denge değişince katran ağaçlarını yiyerek çürüten bir böcek ortaya çıkmış, daha önceleri bataklıkta yaşayan kuşlar ya da diğer canlılar böcekleri yediklerinden geçmişte böyle bir sorun yaşanmamışmış…

Bu örneğin benzerleri her yerde karşımıza çıkmıyor mu?

Geçen sene Çetinel Soğutma Sanayi ve Ticaret A.Ş tarafından ithalatına başlanılan Origoword marka dağcı saati Vaha Dağdevirenel tarafından dağcılarımıza hediye edildi. Yemeklerimiz gelene kadar dağcılarımız tarafından saatlerin değerlendirilmesi yapıldı. Everest’in zirvesine o saatlerle tırmanacaklar! Çok keyifle dönerlerimizi yerken, Nasuh Mahruki’nin dağlarda yemeğini tahta kaşık kullanarak yediğini öğreniyoruz.

“Hem de oldukça büyük bir tahta kaşık kullanıyorum,” diyor. “Çünkü dağlarda hep beraber yemek yersiniz, ağır davranırsanız aç kalırsınız…”

Bir sonraki ziyaretimizde FRİGODUMAN SOĞUTMA SANAYİ ve TİCARET A.Ş.’nin sahibi Kemal Duman bizlere çorba ikram etmek için ısrarcı oluyor. Az önce yemek yediğimizi söyleyerek teklifini geri çeviriyoruz.

“Bu teklifi hafife almayın,” diyen Hakan Karaca yememiz için bizi ikna etmeye çalışıyor. “Sözünü ettiği yerin çorbası çok özeldir, hem de okkalı bir fiyatı var. Boğazda balık-rakı yapanlar, üstüne bir çorba içmek için Kasımpaşa’ya indiklerinde balık parasından daha fazla hesap öderler…”

Yine de hiçbirimizin midesinde bir çorbalık boşluk yoktu.

“47 yaşındayım, bütün yaşamım boyunca toplasan sekiz günlük yürümemişimdir,” diyen Kemal Duman bize katılamayacağını şaka yollu belirtiyor.

Onu ekibimize dahil edebilmek için alkol konusunda sorun yaşanmayacağını ve 5.300 metrede dünyanın en yüksek noktaların birinde yenilecek çiğköfte ile ilgili Emre’nin projesini anlatıyoruz. Asıl nedenin iki hafta boyunca işlerinin başından uzaklaşmasının olanaksız olacağını söylüyor. Bu arada iş yaşamının yorucu koşullarının spor yapmaya zaman tanımadığından şikayet ederken ilginç bir konuyu bizlerle paylaşıyor: Bir spor salonuna üyelik pazarlayan arkadaşı, genellikle üye olanların bir ay devam ettikten sonra sıkılmaya başladıklarını, patronunun da tesislerini az kullandıkları için bu tür müşterileri çok sevdiklerini, bu sohbet sırasında kendisini de üye olmaya ikna ettiğini, bir ay devam ettikten sonra kendisinin de sıkıldığını gülerek anlatıyor…

“Ne yazık ki bizim toplumumuzda spor bilinci yok,” diyor Yılmaz Sevgül. “Vücudumuz otuz beş yaşına kadar bütün olumsuzluklarımızı sineye çekiyor. ‘İçki mi içiyorsun, iç, seni idare ederim,’ diyor. Sigaranı idare ediyor. İstediğin kadar yemene göz yumuyor. Ama otuz beş yaşından sonra ‘Dur orada!’ diyor. ‘Bu güne kadar her yaptığına göz yumdum, bundan sonra hiçbir nazını çekmeyeceğim, haberin olsun,’ diyor…”

Çok doğru söylüyor!

Kemal Duman’ın yanından ayrıldığımız sırada da son sözlerini şöyle bir karamsar formülle tamamlıyor: Spor = Futbol = Üç Büyükler…

Bir sonra görüşeceğimiz sponsor firma diğerlerinden farklı olarak Eyüp taraflarındaydı. Yavaş yavaş hareketlenmeye başlayan İstanbul trafiğinde ilerlerken spor bilinci üstüne konuşmayı sürdürüyorduk. Ben kırk yaşından sonra voleybola başladığımı, haftada üç gün boyunca gençlerin oynadığından çok daha voleybol oynayarak sınırlarımı bilinçsizce zorladığımı, bu yüzden dizlerimde kalıcı bir ağrının oluştuğunu anlattım.

Bilinçsizce yapılan sporun her yaşta zararlı olduğunu söyleyen Yılmaz Sevgül “Örneğin göbeği dışarıya çıkık ve aşağıda olanlar var ya…” derken araya girdik.

“Rakı göbeği!”

“O tür göbeklerin büyük çoğunluğu yemek sonrası aşırı hareket yapmaktan oluşur. Mideyi dolu haliyle aşırı zorladığınızda midenin yerinde durmasını sağlayan kasların özelliğini yitirmelerine neden olursunuz…”

Bunu bilmiyordum…

1978 yılından beri ürettiği seri ve özel üretim ısı değiştiricileri, evaporatör ve kondenserler ile sektöründe öncü firmalardan biri konumunda olan KARYER firması, yurtiçi ve yurtdışı piyasaların rekabetçi ortamında kendini sürekli geliştirerek lider firmalardan biri olma özelliğini korumayı başarmış. Sıcak bir ilgiyle karşılanarak toplantı odasına alındık. Güne damgasını vuran komutanların gözaltına alınışının konuşurken Türkiye’de yaşamanın zorlukları dile getirildi.

“Gün geçtikçe fazlalaşan sorgulamalar ilgisi olanı da olmayanı da içine alıyor, sıra bize gelmeden Everest’e çıkmalı.”

“Ona bakarsan Dalia Lama’nın da durumu pekiyi sayılmaz.”

Ne yazık ki bu dünyanın her yerinde yaşam zordu!

Bu arada Nasuh Mahruki’nin durmadan çalan telefonlarına bir yenisi eklendi. Onun uzun süren telefon konuşması sırasında telefonların yaşamımızı nasıl böldüğünü, birinin telefonu çalmazsa diğerinin çaldığını, telefonları bütünüyle kapatmadan karşılıklı konuşmanın olanaksızlaştığını konuşmaya başlamıştık. Bu arada benim de telefonum çaldığı için konuşmaların devamını takip edemedim. Ben yeniden konuşmaya katıldığımda Yılmaz Sevgül’ün telefon hakkındaki sitemine denk geldim.

“Everest’te telefonsuz rahat edeceğimizi düşünüyordum ama yanımızda uydu telefonu da olacakmış, sizin anlayacağınız oralarda da telefondan kurtuluş yok…”

Son ziyaret noktamızdan ayrılmadan fabrikanın üretim hatları arasında dolaştık, bu arada firma sahiplerinin motora olan ilgilerine de tanık olduk…

Gün bitmiş, ziyaretlerimiz tamamlanamamıştı, geriye kalan sponsor firmaları bir başka zamana bırakarak birbirimizden ayrıldık; kimimiz İstanbul’da kalacak, kimimiz Ankara’ya, kimimiz Antalya’ya gidecek; yeniden günlük koşuşturmalarımıza kaldığımız yerden devam edecektik…



ANSİAD

Bu akşam Ansiad’taydık…

Antalya Sanayici ve İşadamları Derneği’nin konuğu olan Nasuh Mahruki ile Yılmaz Sevgül ‘Sponsorluk bilinci ve örnek sponsorluk çalışması’ konulu bir konuşma yapacaktı. Bu dernek adından da anlaşılacağı gibi Antalyalı işadamlarını bünyesinde toplamış, kentin gelişimine yönelik çalışmalarıyla Türkiye’nin başarılı sanayici ve işadamları derneklerinin başında gelmektedir. Bu derneğin üyesi olan Hakan Karaca 2008 yılında üyeleri tarafından yılın başarılı işadamı seçilmişti. Everest tırmanışına yaptığı sponsorluk anlaşması üyelerin dikkatini çekince de bu akşamki konuşma gündeme gelmiş…

Konuşmayı yöneten Himmet Öcal büyük firmaların sponsorluk olayına katkılarından söz ettikten sonra ilk sözü Cantek Soğutma Sistemleri Yönetim Kurulu Başkanı Hakan Karaca’ya verdi…

Yirminci yılını kutlayan Cantek firmasının yıllardır sürdürdüğü AR-GE çalışmalarını son üç yıldır kendi bünyesinde barındırdığını, bu çalışmalarının sonlarına yaklaşılırken soğutma sektöründe enerji tüketimini düşürecek projeleriyle dünyada ses getirebileceklerini belirtti. Everest tırmanışına sponsor oluşunu bir sosyal sorumluluk projesi olarak değerlendirdiğini, ‘Enerjini doğru kullan, zirveye tırman’ sloganından yola çıkarak hareket ettikleri için her ikisi de dünya markası olan Nasuh Mahruki ve Yılmaz Sevgül’le yollarının kesiştiğini söyledikten sonra “Bir yere çıkmak değil, yolunda olmak önemlidir,” diye sözlerini bağladı.

On sekiz yaşında İstanbul’daki bir tepede battaniyenin altında uyuyarak dağcılığa başladığını söyleyen Yılmaz Sevgül ise 90’lı yıllarda Nasuh Mahruki’yle tanışmış, kaya ve düz duvar tırmanışlarında Türkiye’nin en iyilerinden olan dağcımız uzun süredir 8.000 metrenin üstünde bir dağa tırmanmak istiyormuş. Eğer Everest tırmanışını yapabilirse en büyük hayali gerçekleşecekmiş. Bu tırmanış için beş yıldır kaynak arayışını sürdürürken, tam umudunu kesme noktasında Cantek firması sponsorluğu kabul etmiş. Türk sporundaki başarısızlıkların futbolun dışındaki dallarda destekçi olunmamasından kaynaklandığını belirterek, Cantek firmasının yaklaşımını örnek bir sponsorluk yaklaşımıyla üniversitelerde işlenecek bir yaklaşım olduğunu, firmanın markası ile sponsoru olduğu konunun birbiriyle örtüştüğünü, ‘Enerjini doğru kullan, zirveye tırman’ sloganın da çok güzel durumu bütünlediğini, “Eğer enerjinizi doğru kullanamazsanız, hiçbir sonuca ulaşamazsınız,” diyerek sözlerini noktaladı.

Himmet Öcal konuşmanın sonunda “İki metrelik ve iriyarı birini karşımda göreceğimi sanıyordum,” diyerek Nasuh Mahruki’ye takıldı.

Nasuh, “Yetmiş kiloyum,” dedi.

“Yetmiş kilonun yarısı yürek olmalı,” diyen Himmet Öcal son sözü Nasuh Mahruki’ye verdi.

Geçmiş yıllardaki dağcılık başarılarından söz ederken 1994 yılına gelene kadar bütün tırmanışlarını kendi olanaklarıyla gerçekleştirdiğini, Everest tırmanışının büyük bütçesi karşısında sponsorluk desteği şart olduğu için dönemin başbakanı da dahil olmak üzere birçok kişi ve kurumdan yardım istediğini, her seferinde geri çevrildiğini anlattı. Sonunda Yapı ve Kredi Bankası sponsorluğunda Everest tırmanışını gerçekleştirebilmiş. Bir sponsorluk olayının paradan çok vizyonla ilgisinin olduğunun altını çizerek vizyonu olan firmaların bu tür projelere destek verdiğinin altını çizdi. Türkiye’deki sponsorluk kavramının henüz yerini bulamadığını, Cantek’in verdiği desteğin bir rol model olacağını söyledi. Bu ülkenin büyük başarılara ihtiyacının olduğunu, Antalya’nın en değerli sporcusu olan Yılmaz Sevgül’ün Everest tırmanışının da Antalya için büyük bir başarı olacağını, Everest’e giderken Antalya’yı da yanlarında götüreceklerini, geriye döndükten sonra da çektikleri fotoğraf ve filmleri Ansiad bünyesinde paylaşacaklarının sözünü vererek konuşmasını noktaladı.

Ansiad üyelerinin sorularına geçildiğinde en fazla merak edilen tırmanışın güvenliğiydi. Yolculuğun 28 Mart tarihinde başlayacağını, iki ay süreceğini, ilk on gün kadar ana kampa tüm ekibin yürüyüş yaparak ulaşacağını, buzulların üstüne kurulmuş ana kamptan sonra dağcılarımızın ekipten ayrılarak yaklaşık 45 gün içinde zirveye ulaşmaya çalışacağını, bu sürede kilo kaybı yaşanılmasının kaçınılmaz olduğunu, her ne yaşanılırsa yaşansın bu yolculuklardan ve tırmanışlardan çok keyif alındığını söylediler.

“Bu tırmanışta en büyük risk nedir?”

“En büyük risk ölürsünüz.”

Bu yanıt ürkütücü gelse de gerçeğin bir parçasıydı!

Nasuh Mahruki dağcılıkta tehlike ve riskin her zaman var olduğunu, yüksek irtifada oksijen azaldığını ve oksijenin kısmi basıncının da azaldığını, bu değişimin de çeşitli riskler doğurabileceğini anlattı. Ayrıca kötü hava şartlarında mahsur kalınabileceğini, donma tehlikesi yaşanılabileceğini, herhangi bir yerlerinin kırılabileceğini söyledi.

Yılmaz Sevgül ise kontrol edilebilen ve edilemeyen risklerden söz ederken Nasuh’la iyi bir ekip olduklarını, bu tür riskler karşısında çözüm üretmekte sıkıntı yaşamayacaklarını söylüyordu. Kontrol edilemeyen riskler ise günlük yaşamın içinde her yerde bulunuyordu.

“Hakan neden sizinle geliyor?” sorusunun şaka dolu yanıtı Hakan Karaca’nın kendisinden geldi.

“Everest’e tırmandıklarından emin olmak için.”

Bir başka soru da dağcı eşlerinin tırmanış hakkındaki düşünceleriyle ilgiliydi. İki dağcının eşi de salondaydı. Hiç düşünmeden eşlerine güvendiklerini söylediler. Nasuh Mahruki evlenmeden önce eşlerinin bu durumu bildiklerini söylerken, Yılmaz Sevgül de kendilerine güvendiklerini söyleyen eşlere teşekkür etti.

Ben de merak ettiğim bir soruyu sordum…

“Son günlerde Nasuh’un kitaplarını okuyorum, on beş yıl önce Everest’in zirvesinde her şeyin kendisi olduğunu ama kendisinin hiçbir şey olduğunu düşünmüş. Bununla ilgili duygularını bizlerle patlaşırsan sevinirim.”

“27 yaşında Everest’in zirvesinde kimselerin başaramadığını başararak büyük bir iş yapmıştım. Bu her şeyin kendim olduğunu düşünmeme neden olacak büyük bir olaydı. Aynı anda dünyanın zirvesinde bir kum tanesi gibiydim, bir rüzgarla savrulacak kadar küçük… Hem her şeydim, hem de hiçbir şeydim…”

Son yanıt bir süre sessizliğe neden olduktan sonra sponsorluğu “Parasını ödeyerek yaptırdığımız her türlü tanıtımdır, ama asla reklam değildir, toplumdan aldığını topluma vermektir,” sözleriyle açıklaya Himmet Öcal’ın konuşmasıyla Ansiad’taki toplantı sona erdi.



ARAMA KURTARMA…

Bu sabah Cantek’in fabrikasında buluştuk…

Dün gece Ansiad’ın toplantısından çıktıktan sonra Mahruki çiftinin kaldığı otele kalabalık bir grupla gitmiş, gecenin ilerleyen saatlerine kadar sohbet etmiştik. İki dağcımıza on beş gün boyunca eşlik edeceklerden biri olan Yılmaz Vural da aramızdaydı. Son anda konuşmaların büyüsüne kapılan Ali Eroğlu’da ekibimize katılmaya karar vermişti…

Everest’in eteklerinde yürürken dünyanın günlük dertlerinden bütünüyle uzaklaşacağımızı söyleyen Nasuh Mahruki, bu yolculuğun yaşamlarımızda yepyeni bir başlangıç olacağının altını çiziyordu. Eşi Mine de yolculuğa katılacak olanların böyle bir başlangıç aşamasında olduğunu söylerken kendinden örnek verdi. Ben de onun gibi yeni bir başlangıcın eşiğindeydim, belki diğerleri de… Bir mağara tırmanışında düşen dağcıyı nasıl kurtardığını bütün alçak gönüllüğüyle bizlerle paylaşan Yılmaz Sevgül ise yaptığı kurtarmanın kahramanlık boyutuna dikkat çekmek yerine, ne kadar yorucu olduğunu, ip üstünde süren yarım gün süren kurtarışı sırasında uykusuzluktan gözlerinin kapandığını, hayatını kurtarmaya çalıştığı dağcının uyarısıyla gözlerini zorla araladığını komik sözlerle anlatıyordu.

“Kurtarışı tamamladım, tam gözlerimi kapayacağım sırada kameraları karşımda görünce, yine uyuyamadım,” derken hepimiz gülüyorduk.

Bir başka olay ise tesadüfen bir yangının olduğu yerden geçişi sırasında yaşanmış. İkinci katta mahsur kalan birini örümcek adam gibi balkonda tırmanıp kucağına almış ve aşağıya indirmiş. Bu onun için basit bir kurtarma operasyonuymuş. Bu olay Türkiye’nin en büyük gazetesinin ilk sayfasında yarım sayfalık haber olarak yer almış.

“Çok büyük kurtarışlarımız basında yer bulamazken, böylesine sıradan bir kurtarış basında manşet oldu,” dediğinde bizler yine gülüşüyorduk.

Dün gece konuştuğumuz eğlenceli kurtarış hikayeleri aklımızda dolanırken, bugün beklenmedik bir an yaşadık. Nasuh Mahruki ve Hakan Karaca’yle birlikte fabrikayı dolaşıyor, fabrikada çalışan elemanlarla fotoğraflar çektiriyor ve ayaküstü sohbetler ederek gülüşüyorduk.

“17 Ağustos depreminden bir buçuk gün sonrasında AKUT’un elemanları tarafından göçüğün içinden kurtarıldım,” diyen bir Cantek çalışanının sözleri bir anda zamanın durmasına neden oldu.

Beklenmedik bir andı!

Uzun bir süre sessiz kaldık!

Bir an için hazırlıksız yakalandığımız ve ilk anda ne söyleyeceğimizi bilemediğimiz ortamın havasını değiştirmeye çalışan Nasuh Mahruhi “AKUT bu güne kadar 1021 kurtarış yaptı, o dönemde de iki yüz kişiyi göçük altından çıkarılmıştı, siz de onlardan birisiymişsiniz,” diyerek konuyu genelleştirdi.

Bu konudan yola çıkarak devam eden konuşmamız AKUT Arama Kurtarma Derneği’nin çalışmaları üstüne yoğunlaştı: 1994 yılında Bolkarlar’da kaybolan iki dağcının arama ve kurtarma çalışması sırasında yaşanılan olumsuzluklar böyle bir organizasyon düşüncesini oluşturmuş. Uzman bir ekibin gönüllülük prensibinden yola çıkarak 1996 yılında AKUT Arama Kurtarma Derneği’ni kurmuşlar. Temel hedefleri dağ ve diğer doğa koşullarında doğru ve etkin arama ve kurtarma faaliyetleri düzenlemekmiş. Çok geçmeden yaşamın her alanında beklenti ya da çıkar düşünmeksizin insan hayatını kurtarmaya yöneltmişler. Basında yer alan başarılı kurtarışlarının yansıması olarak 1999 yılının başlarında ‘Kamu yararına çalışan dernek’ kapsamına alınmışlar. Aynı yıl yaşanılan 17 Ağustos depreminde arama ve kurtarma konusuna odaklanmış tek gönüllü dernekmiş. Bir arama kurtarma derneği olarak öngördüğünden daha büyük bir misyon yüklenen AKUT, bir çok sivil toplum örgütü ile kamu ve özel sektör kuruluşlarının bakış açılarını, arama kurtarmaya yaklaşımlarını değiştirmiş. Marmara depreminin ardından Yunanistan’da, 1999 yılında Tayvan’da, 2001 yılında Hindistan ve 2003 yılında İran depremlerindeki çalışmalarıyla AKUT’un uluslararası süreçte geldiği konumu daha da geliştirmiş. Yaklaşık 200 üyesi, bir o kadar da gönüllüsüyle, operasyonel gücünü harekete geçirecek uluslararası standartlarda teknik donanımıyla, ülkemizin ilk ve en önde gelen arama kurtarma grubuymuş…

Bu arada AKUT Arama Kurtarma Derneği’nin yurtiçi ve yurtdışındaki beklenmedik başarılarının bazı güç odakları tarafından hoş karşılanmadığı, kendi iktidarlarına zararı olabileceğini düşünenlerin destek yerine her türlü engeli koydukları da konuşuldu…

Gün ortasında Cantek fabrikasındaki ziyaretimizi tamamlayarak Atatürk Parkı’na doğru hareket ettik. Falezler üstüne kurulmuş Nar Beach&Bistro’da öğle yemeğine gittiğimizde ulusal ve yerel medyadan basın mensupları bizi beklemekteydi.

Bu kez basının karşısında Hakan Karaca “Aynı sloganlarla yürüyebileceğimiz insanlarla yolumuza devam ediyoruz,” diyordu.

Nasuh Mahruki “En temiz enerji tasarruf ettiğimiz enerjidir,” sözünü anımsattıktan sonra dünya görüşlerinin örtüştüğü için güç birliği oluşturduklarının altını çiziyordu.

Türkiye’de 8.000 metreli bir tırmanışı yapacak ilk Antalyalı olan Yılmaz Sevgül ise böyle bir yolculuğa Nasuh’la çıkmaktan gurur duyduğunu, bazı dağcıların zor zirvelerde yaptığı olumsuzlukları anlatırken “Zor durumlarda kimse kimseye yardım etmez, ama biz yaparız, AKUT bu güne kadar kimseleri yarı yolda bırakmamıştır,” diyerek AKUT Arama Kurtarma Derneği çatısındaki felsefelerini açıkça ortaya koyuyordu.

Basınla yapılan söyleşi sonrasında Nar Beach&Bistro’da öğle yemeğimizi yerken “İstanbul’da karşıya baktığımızda şehrin öteki yarısını görüyoruz, buradan ise okyanusa bakıyor gibiyim,” diyen Nasuh Mahruki’nin sözleri falezlerin üstündeki Akdeniz manzarasını çok güzel anlatıyordu…

Antalya burası!

Hayran olmamak elde değil…

Dost...

Bazen…

Bir dostunun karşısında çaresizlik yaşarsın…

O dostun gözlerinin önünde yaşamının akışına yön verecek bir kararın sıkıntılarını yaşamaktadır, ister istemez bir şeyler yapmak zorunda kalırsın; ya onun gibi düşünüyorsan kararının bir parçası olacaksın ya da ondan farklı düşünüyor ve farklı düşündüğünü dile getiremiyorsan alacağı kararın vicdani sorumluluğunu taşımak zorunda kalacaksın…

Bazı dostlar, ‘Sen ne karar alırsan al, alacağın her kararı destekliyorum,’ diyerek dostluklarını gösterir...

Bazı dostlar ise ‘Sen bu kararı alacaksın ama benim düşündüklerim seninkilerden farklı olarak, böyle, böyle, böyle…’ diye kendi kararlarını ortaya koymaya çekinmeyerek dostluklarını göstermeyi tercih eder…

Hangi tür dost olmak daha iyidir?

Hangisi daha zor?

Hangisi daha kolaycılık?

Bir karar alırken dostum diye bağrınıza bastığınız insan, sizin iyiliğiniz için, size rağmen, sizinle dostluğunun bozulmasını göze alarak, sizinle karşı karşıya gelmeyi göze alabiliyorsa...

Dost dediğin diplere çekmemeli, diplere doğru sürüklenirken önüne geçerek duvar olmasını becerebilmeli, eğer becerebiliyorsa elini uzatarak yukarıya doğru çekebilmeli…

Eğer dostsan…

Eğer dostunu canından bir parça gibi görebiliyorsan…

Eğer doğru yerde ve doğru zamanda 'dostum' dediğin insanın alacağı karara kendinden bir şey katabiliyor ve sonrasında sorumluluğunu taşıyabiliyorsan, sen doğru bir insansın dostum…

Gerisi fasa, fiso…

Daha Yeni Kayıtlar Önceki Kayıtlar Ana Sayfa