Blogger Template by Blogcrowds

Yolculuk ikinci kez Sinop’a…
Bu kez arabamla gitmeye üşenerek otobüse biniyor ve sabahın erken saatlerinde Sinop otogarında iniyorum. Bir iş görüşmesi için merkezin on kilometre kadar dışındaki yeni cezaevine uğrayacağım. İnsanı huzursuz eden önlemlerden geçerek görüşmemin ilk aşamasını gerçekleştiriyorum. Üç saat sonra yeniden buraya gelmem gerekiyor. Orada zaman öldürmek yerine şehir merkezine dönüyorum. Boş zamanımı kahvaltı yaparak değerlendirmek isteyince Zeyden Mutfak adındaki pastaneye yönlendiriliyor ve 10 TL karşılığında olağanüstü bir kahvaltı yapıyorum; peynir pane, kızartılmış peynir, üç çeşit peynir çeşidi daha, yeşil ve siyah zeytin, iki çeşit reçel, bal, kaymak, domates, yağda yumurta, kızarmış tost ekmeği, pet şişede su ve limitsiz çay keyfi…
Kahvaltı sonrasında bir taksiye binerek yeni cezaevine geri dönüyorum. Bu arada ‘Gölge etme başka ihsan istemem’ diyen filozof Diyojen’in heykeli dikkatimi çekiyor. Onun Sinoplu olduğunu öğreniyorum. Taksi şoförü Tarihi Sinop Cezaevi’nin önünden geçerken de, geçen yıl 50.000 kişinin cezaevini ziyarete geldiğini söylüyor. Pek şaşırmıyorum. Bu ziyaret akınının ‘Parmaklıklar Ardında’ dizisinin etkisi olduğu hakkında görüş birliğine varıyoruz.
Yeni cezaevinde yeniden güvenlik önlemlerinden geçiyor, işimi bitirdikten sonra bir daha oraya dönmemek üzere ayrılıyorum. Bir kez daha şehir merkezindeyim. Bugün fazlasıyla cezaevi muhabbetine takılmış olmalıyım ki, içimden bir ses Tarihi Sinop Cezaevi’ni ziyaret etmemi söylüyor. O sesin peşine takılarak müzeye dönüştürülmüş cezaevine yöneliyorum. Bu sırada müze kartımın yanımda olmadığını fark ediyorum.
Cüzdanımdan para çıkarırken “Müze kartım yanımda olsaydı para ödemeyecek miydim?” diye öylesine soruyorum.
Müze görevlisi “Kartınız var mıydı?” diyor.
“Yanımda değil.”
"Olsun, buyurun,” diyen görevli ödeme yapmadan içeri girmeme izin veriyor.
Pek alışmamışım, şaşırıyorum…

Tarihi Sinop Cezaevi’nin 1882 yılında iç kalenin güneyinde kalan bölümüne Sinop mutasarrıfı Veysel Bey tarafından yaptırılmış. 1979 yılında çıkan bir isyanda umumi cezaevi mahkumlar tarafından yakmış. 1996 yılına kadar cezaevi olarak kullanıldıktan 1999 yılında kültürel amaçlı kullanılmak üzere Kültür Bakanlığı’na devredilmiş.
İdari binanın içinden geçerek yüksek duvarları dikenli tellerle örülmüş birinci kısma doğru ilerliyorum. Yüzlerce yıldır oradaki varlığını koruyan duvarın defalarca tamir edildiği her halinden belli oluyor; son olarak sıvanmış, beyaz bir boyayla boyanmış, günümüze gelene kadar sıvaların dökülmüş, boyaların silinip gitmiş, vs…
Biri ahşap ve diğeri demir parmaklıklardan oluşan iki kapıdan geçerek geniş avluya ulaşıyorum. Uzun yıllardır avluda cezasını çekmekte olan bir incir ağacı, sonradan duvara eklendiği belli olan bir çeşme, barfiks için demir bir düzenek ile birkaç spor aletinin bulunduğu avlusunda bir süre volta atıyorum. İki katlı taş binanın ne kadar sağlam olduğu kanıtlanmak istenircesine köşe taşları özenle yerleştirilmiş, çatısı kiremitten örülmüş, bir zamanlar duvarları sarıya boyalıymış, dekoratif görsellik sağlamak amacıyla pencerelerin taş pervazları için kırmızı renk tercih edilmiş; şimdi ise bütün renkler birbirinin içine geçerek pastel renklere dönüşmüş… Pencereden kaçmayı düşünenlere ‘Hiç aklından geçirme!’ diye bağıran demir parmaklıklar iyiden iyiye paslanmış, iç yüzeyinde kendisi kadar paslanmış olan tel bir sineklik, onun iç yüzeyinde ise bir cam pencere… Yabani otların bir kısmı taş duvarlarda filizlenmiş, daha yukarılara tırmanmaya çalışmakta, bir kısmı ise demir parmaklıklar ile tel sinekliğin arasından dışarıya bakmakta…
Çürümeye yüz tutmuş demir kapıyı geçerek binadan içeri giriyorum. Gri ve beyaz boyaları birbirine karışmış koridorları, kırmızı ve sarı boyalarına yazılar kazınmış koğuşları dolaşıyorum. Mozaikten dökülmüş pervazlara tutunarak merdivenleri tırmanıyorum. Üst kattaki koğuşların penceresinden avluya bakarken duvar kalınlıklarının neredeyse bir metre olduğunun farkına varıyorum...
Abartılı anlatımlarıyla tanıdığımız Evliya Çelebi de Sinop’taki cezaevini ‘Büyük ve korkunç bir kaledir. 300 demir kapısı, dev gibi gardiyanları, kolları demir parmaklıklara bağlı ve her birinin bıyığından 10 adam asılır nice azılı mahkumları vardır. Burçlarında gardiyanlar ejderha gibi dolaşır. Tanrı korusun, oradan mahkum kaçırtmak değil, kuş bile uçurtmazlar,’ satırlarıyla tanımlıyor…
İlk dolaştığım alandan çok daha büyük olan ikinci kısmın geniş avlusundan geçiyorum. Taş binadan içeri girdimde, tavanın kirişinde ‘Kan kanla değil, su ile yıkanır. Öç almanın sonu yoktur.’ yazısı karşıma çıkıyor. İmza olarak da William Şhekspir yazılmış. Bu tiyatro adamının adını okunduğu gibi yazılmasının komik bir hikayesi olabileceğini düşünerek gülümsüyorum. İkinci kata çıktığımda ‘Kan öcle değil, suyla temizlenir.’ yazısıyla karşılaşıyorum. Bu kez alıntı yapılan yazarın adı W. Shakespeare yazılarak alt kattaki hata düzeltilmiş. Hangi çeviri daha doğru ki?
İkinci kattaki koğuşların bazılarını ‘Parmaklıklar Ardında’ dizisinin setine dönüştürmüşler. Ziyaretçilerden biri ‘Dizidekinin aynısı!’ diyor. Müzenin en ilgi çeken bölümünün burası olduğunu düşünüyorum. Kilitli demir kapının gözetleme deliğinden bir koğuşu anımsatan mekana bakıyorum; oyuncular dışında her şey yerli yerinde; gerçek bir cezaevi koğuşu, gerçek olmayan bir cezaevi koğuşuna dönüştürülmüş; hangisinin yanılsama olduğu belli değil. Mozaik basamaklardan alt kata doğru inerken ‘Hatasız dost arayan dostsuz kalır.’ yazısıyla uğurlanıyorum.
Neden böyle bir söz?
Avlunun demir parmaklıklı kapısından diğer bölüme geçiyorum. Bu bölümün avlusunda kocaman bir çınar ağacı yükseliyor. Bir avludan başka bir avluya geçiyor, hücrelerin bulunduğu bölüme giriyor, içimi bir ürperti kaplayınca oyalanmadan kendimi dışarıya atıyorum. Kadınların koğuşlarını binaların arka cephesiyle yüksek surların arasına sıkışmışlar. Pek güneş görmüyor. Taş duvarların neminden erimiş boyaları, dağılmaya yüz tutmuş parmaklıkları ya da kapılarını gördükçe mahkumların nelerle karşı karşıya kaldıklarını düşünmek bile istemiyorum. Dar koridorlardan geçerek başladığım noktaya ulaşıyorum. Çıkışa doğru ilerlerken 1939 yılında yapılan iki katlı, dokuz koğuşlu Çocuk Islah Evi’ne de uğruyorum. Diğer binalardan daha bakımlı gibi görünse de diğerleri kadar çürümüş; dış duvarlarda sarı ve kırmızının birbirine karışmasından oluşan pastel bir pembelik, hemen girişte yeşil ve beyaz boyalı bir mescit, gri ve beyaz koridorlar, aynı renk merdivenler, aynı renk alaturka tuvaletler, beyaza boyanmış koğuşlar; hepsi de birbirinde cansız…
Çocuk Islah Evi’nin avlusunda çıkışa doğru yürürken denizin olduğu yöne doğru başımı çeviriyorum. Yüksek beton duvarlar gökyüzü dışında hiçbir yerin görünmesine izin vermiyor. Tarihi Sinop Cezaevi’ne geldiğim andan beridir aklımda dolanan Sabahattin Ali’nin ‘Aldırma Gönül’ şiirinden mısralar şimdi de dilimde…
Görmesen bile denizi, yukarıya çevir gözü…
Ben de Sabahattin Ali’nin dediği gibi yapıyorum…
Deniz gibidir gökyüzü…
Sabahattin Ali’nin dediği gibi deniz gibiydi gökyüzü…
Aldırma gönül, aldırma…
Aldırmamak olası mı?



Sinop...

Daha Yeni Kayıtlar Önceki Kayıtlar Ana Sayfa