Blogger Template by Blogcrowds

Namaste…

Female Dergisi…
İki bin on yılının temmuz sayısı…
Derginizin sayfalarını teker teker aralayarak şimdiki satırlara ulaştınız. Bu satırlarla başlayan dostluğumuzun uzun soluklu olmasını dileyerek yazımızı sürdürelim…
İlk platonik aşkı, ilk gerçek aşkı ve aşkların en büyüğünü Antalya’da yaşamış biri olarak, yeri ve zamanı geldiğinde, aşklarımdan kesitleri satırlarımın arasında okuyacak, belki de bir erkeğin bakış açışıyla aşkın ne anlama geldiğine tanık olacaksınız.
Bu şehirde çocukluğunu ve gençliğini yaşamış, eş olmuş, baba olmanın gururunu taşımış bir adamın penceresinden, aile kavramının yaşamı nasıl kolaylaştırdığını ya da altından kalkılamayacak ilişkiler yumağına nasıl dönüştüğünü, insanın evlilik sürecindeki varoluş çabalarını, bir ‘baba’ olmanın anlamını, duygu ile aklın çatışmasını, özveriyi, kıskançlığı, nefreti satırlarımın arasında bulabileceksiniz.
Çok uzun yıllar boyunca Antalya’da sürdürdüğü iş yaşamında, kimi zaman çok kazanmış, kimiz zaman kazandığından fazlasını kaybetmiş, bu arada Türkiye’nin tamamını dolaşmış bir işadamının gözünden iş dünyasının acımasızlığını da satırlarımın arasında görebilirsiniz.
A.Ü. DTCF Tiyatro Bölümü’nde üniversite eğitimini tamamlayan, birçok romanı ve tiyatro oyunları bulunan bir yazar olarak Antalya’daki sanat yaşamını anlatan satırları gördüğünüzde de şaşırmayın.
Bir tiyatro oyununu da eleştirebilirim…
Bir kitap da önerebilirim…
Bir yolculuktan geriye kalanları…
Bir rüyayı…
Bir aşkı…
Her ay yeniden karşılaştığımızda, geçmişte yaşadıklarımı sizlerle birlikte anımsamaktan, geleceğe yönelik umutlarımı ya da hayal kırıklıklarımı paylaşmaktan heyecan duyacağım; belki de geçmişin sıkıntılarını ya da gelecek kaygılarını bir köşeye bırakarak içinde bulunduğumuz zaman diliminin tadını çıkarırız…
Bu yazımda dünyanın en büyük ve en yüksek dağlarını içinde barındıran Himalayalara yaptığım yolculuktan söz edeceğim. Bu sıradağlarda 8.000 metreden yüksek birçok dağ bulunuyor. Nepal ile Tibet sınırı arasındaki Everest Dağı da 8.850 metreyle dünyanın en yüksek zirvesine sahiptir. Her yıl yüzlerce dağcı oraya ulaşmak için şansını dener. Bir kısmı zirveye ulaşmayı başarır, bir kısmı zirve yolunda yaşamını yitirir, büyük bir çoğunluk ise hayalini gerçekleştiremeden evine döner.
Bu yıl, Antalya bölgesi dağcılarından Yılmaz Sevgül, Everest’in zirvesine ulaşmayı başaran iki Türk dağcıdan biri olarak tarihe geçti. Akdeniz Üniversitesi Spor Meslek Yüksek Okulu’nda öğretim görevlisi olan Yılmaz Sevgül’ün başarısı Antalya için çok büyük bir gururdur.
Nisan ayının başlarında Nasuh Mahruki ile Yılmaz Sevgül, Cantek firmasının sponsorluğunda düzenlenen ekspedisyonla Nepal’e gitmişti. Antalya’dan başlayarak 5.400 metre yükseklikteki ana kampa kadar dağcılarımıza eşlik eden maceracı ekibin içinde ben de yer almıştım. Yolculuğumuzun birkaç günü Nepal’in başkenti Katmandu’da, önemli bir kısmı ise dünyanın en zor trekking rotası olarak kabul edilen Lukla ile Everest Ana Kamp’ı arasında geçmişti. Birlikte yola çıktığımız iki dağcımız ise haftalar süren tırmanışları sonrasında Everest’in zirvesine ulaşmayı başardı.
Dünyanın en yoksul ülkelerinden birisi olan Nepal’i görmek, farklı etnik kökendeki Nepal halkının barışı nasıl koruyabildiğini anlamaya çalışmak, yüksek dağlarda yaşayan Şerpaların ilginç yaşamlarına tanıklık yapmak ve profesyonel dağcılarının zorlanarak ilerlediği trekking rotasında, hiçbir dağcılık deneğimi olmayan bir grup maceracıyla birlikte kendi sınırlarımı sınamak…
Katmandu izlenimlerimi Ağustos sayısında sizlerle paylaşacağım. Eylül ayının yazısı ise Lukla ile Ana Kamp arasındaki tırmanışımızın anlatıldığı Everest trekkingi olacak. Herhalde sonraki yazımda da Nasuh Mahruki ve Yılmaz Sevgül’ün dünyanın en yüksek noktasına nasıl ulaştığının öyküsünü yazarım.
Bu yolculuk sırasında Nepallilerin çok sık tekrarladığı bir kelimeyi sizlerle paylaşmak istiyorum; her karşılaşmamızda, her ayrılışımızda, bir şeyler verdiklerinde, bir şeyler aldıklarında, teşekkür ederlerken, sevgilerini sunarlarken hep aynı kelime…
Namaste…
‘İçindeki ışığı gördüm,’ demekmiş…
“Namaste!”

NOT: Bu yazı Female Dergisi'nin (http://www.female.gen.tr/) Temmuz 2010 sayısında yayınlanmıştır...

Erkekliğe doğru bir adım daha…
Bu günlerde oğlum kendinden biraz daha küçük bir kıza aşık oldu; biraz daha düşünceli, biraz daha durgun, biraz daha suskun…
Bir türlü giydiği kıyafetleri üstüne yakıştıramıyor; birini çıkarıp diğerini deniyor; her zamankinden biraz daha temiz, biraz daha titiz…
Artık facebook’unda Amerikan futbolu oynayanların yerinde aşkı anlatan animasyonlar var; aşk filmleri izliyor; aşkı konuşmak, hiç kimsenin böyle sevmediğini ve sevilmediğini anlatmak istiyor…
Her anını sevdiği kızla geçirmeye çalışıyor; onun sokağa çıkacağı anı kapısının önünde bekliyor, onunla saatler boyunca hiçbir şey yapmadan durabiliyor, bir plastik topu saatlerce ona atmaktan yorulmuyor, onun basketbol oynarken yaptığı becerisizlikleri görmezlikten geliyor; bir güzel sözünün uğruna yapamayacağı fedakarlık yok…
O tür duygularınızı anımsar gibi oldunuz mu?
Bu durum bağımsızlaşmasının en büyük göstergesi gibi görünse de daha büyük bir deneyimi dün gece yaşadı. Bir iş gereği iki günlüğüne seyahate çıkmak zorundaydım. Onu da yanımda götürebilirdim. Böyle yapmak yerine iki geceyi ben olmadan geçirip geçiremeyeceğini sordum.
Hiç düşünmeden “Tamam,” dedi.
Tamamsa, tamam!
İçgüdüsel bir davranışla buzdolabını yiyecek ve içecekle doldurdum. Bu kadarıyla da yetinmeyerek üniversite günlerinden sonra ilk kez mercimek çorbası yapmayı denedim…
O yıllarda iki göz odası olan bir gecekonduda kalıyorduk. Suyumuzu mahallenin çeşmesinden alıyor, elektriğimizi kaçak kullanıyor, bu yüzden ısınmak ve yemek yapmak için elektrik ocağından faydalanıyorduk. Çok sık rezistansları bozulan ocağın üstünde su dolu bir tencere, içinde zıplayan kırmızı mercimek taneleri, aradan geçen saatler, kırmızı tanecikler hal değiştirerek yoğun bir sarı sıvıya dönüşmekte, tuz, yağ, biber derken tadını bulmakta, bazen fantezi niyetine kimyon koyarsın, bazen tarçın…
Bu kez doğal gazla çalışan ocağın üstüne kocaman bir tencere yerleştirdim. İçine dört litre su doldurdum. Su kaynamaya başlayınca bir kilogram kırmızı mercimeği tencereye boşalttım. Bu sırada internetteki yemek tarifleri aklıma geldi. İlk olarak mercimeği yıkamak, ince doğranmış soğanları yağ ve salçayla kavurmak gerekirmiş. Bunları yapmak için geç kalmıştım. Tariflerle zaman yitirmek yerine bildiğim gibi pişirmeye devam ettim; göz kararı zeytinyağı, göz kararı salça, bir tutam kırmızıbiber…
Sarıya dönerek şişmeye başlayan mercimek taneleri tencereye sığmaz oldu. Bir kısmını ikinci tencereye aktararak iki tencere mercimeği bir arada kaynatmaya başladım. Aradan saatler geçtiği halde istediğim kıvamı elde edemiyordum. Bu sırada tencerelerin kapağını açıyor, dibi tutmasın diye karıştırıyor, ama fokurdayarak kendini dışarı atmaya çalışan çorba damlacıklarına engel olamıyordum; bir kısmı fayans duvara, bir kısmı yerdeki seramik zemine sıçrarken, en acı vereniyse parmağıma ve koluma gelen iki damla…
Bu arada otobüsümün saati iyice yaklaşmıştı. Göz kararı tuz ile cam kavanozun dibindeki naneyi iki tencere mercimeğe paylaştırdıktan sonra ocağın üstünden tencereleri aldım. Oğlumla beraber tuzunu fazla kaçırdığım çorbadan birer tabak içtik. Bu arada neden onu bırakarak işe gittiğimi sordu.
“Bana çok çalışmalısın, çok para kazanmalısın, diyorsun ya! Ben de senin dediğini yapıyorum,” dedim.
Söylediklerinin önemsenmesi hoşuna gitti.
Yalnız kalmaktan korkup korkmadığını sordum. Korkmadığından kesinlikle emindi! Hatta otobüsümü kaçırmamam için beni uyardı. Eşyalarımı toplamama yardımcı oldu. Beni merdivenlerin başına kadar uğurladı. Birbirimize sıkıca sarıldıktan sonra basamakları koşar adımlarla inmeye başladım.
“Seni çok seviyorum!” diye arkamdan seslendi.
Alt koridorların birinde oğlumu görebileceğim bir açıda durdum.
“Ben de seni çok seviyorum!” diye karşılık verdikten sonra apartmanı hızla terk ettim.
Şu anda Silifke’deyim…
Bir çay bahçesine oturmuş, bu satırları yazıyorum…
Bu arada ona “Ne yapıyorsun?” diye bir mesaj çektim.
O da “Evdeyim, saat beşte dışarı çıkacağım,” diye bir mesaj gönderdi.
Her şey yerli yerindeydi!
Yaşamın tenceresinde birçok şey bir arada kaynayabiliyor; bazen aşk, bazen iş, bazen gençlik, bazen annelik ya da babalık birbirine karışıyor…
Mercimek çorbası yapar gibi; bazen malzemeler yıkanmadan tencereye atılıyor, bazen tencerelere sığmıyor, bazen soğanı unutuluyor, bazen tuzu fazla kaçıyor…
En önemlisi ise kaynayan tencereden aldığın bir kaşık çorbayı üflemeden yemeye çalıştığında feci bir halde ağzını yakıyor…
Yaşamak böyle bir şey galiba…

Daha Yeni Kayıtlar Önceki Kayıtlar Ana Sayfa