Ne zaman sona ereceğini bilemediğim gösteri, orta yaşlı bir kadının dudaklarındaki abartılı kırmızılığı fark edişimle başladı. O kadar insanın arasında onunki kadar kırmızıya boyanmış dudak yoktu. Bir sevimli çocuğu öptüğünde, çocuğun ömür boyunca unutamayacağı kadar çok kırmızılıktı! Her içtiği sigarada dudaklarının kalınlığı kadar iz bırakacak yoğunluktaydı! Gençlik yıllarındaki albenisini yitirmiş ya da yitirmeye başlamasının paniğiyle dudaklara sürülmüş bir kırmızılık gibi…
O dudak boyasının tonundaki taşlardan bir çift küpe; safir ya da yakut; üç kocaman taşın arasında ikişer küçük zincir halkası…
Yüzündeki makyaj ise olabildiğince sade, biraz fondöten, hepsi bu! Ya profesyonelce yedirildiğinden abartısı yansımıyor ya da dudaklarındaki boyanın gölgesinde kaldığından dikkat çekmiyor. Düz ve uzun kahverengi saçlarını sıradan siyah bir tokayla toplamış. Gerçek yaşını gösteren sıradan bir yüz, sıradan bir vücut ama sıranda olmayan bir çift göğüsle gösteri sürüyor. İpeksi bir beyaz bluz giymiş. Dudak boyasıyla aynı renkteki hırkası omuzlarını sarıyor. Önünü kapatmaya gereksinim duymamış. Bu hırka yaşına uygun giyindiğinin kanıtı gibi görünse de ortada bir göz yanılgısı var. İster istemez bakışlarınız kırmızının içindeki ipeksi beyazlığa, oradan da göğüslere yöneliyor. Daha fazla gösterinin tadını çıkarabilmek için oturduğu masaya doğru eğilmiş. Kollarının desteğiyle yükselen göğüsleri neredeyse ipeksi bluzundan dışarıya taşacak gibi görünüyor. O böyle bir taşkınlığın yaşanmayacağını biliyor! Yaşının ve bilemediğim yaşam anlayışının böyle bir gösteriye izin vermeyeceği açıkça ortada olduğu halde küçük gösterisini yaşamaktan ve yaşatmaktan da geri duramıyor.
Onu izlemeye başladığımdan beridir ikinci sigarasının dumanını tüttürüyor. Coşkulu kırmızılığın içinde tırnaklarını boyasız bırakmış. Neden dudaklarındaki boyanın renginde bir tırnak boyası kullanmamış ki? Elleri dudaklarından ya da göğüslerinden daha mı önemsiz? Parmakları biraz kalınca olduğundan mı? Başka bir küçük oyun da sigara içişinde var. Sigarasının dumanını gönderebileceği kadar derine çekiyor ve aynı nefesi üfleyebileceği kadar uzağa üflüyor. İlk fark ettiğinizde yüzünüze doğru üflediği izlenimine kapılıyorsunuz. Bir kareliğine yapılan bir hareket sanıyorsunuz, öyle değil, sigarasından çektiği her nefeste aynı zorlama yaşanıyor.
Yarım saatlik gösterisi dördüncü sigarasını kül tablasına söndürüşüyle sona eriyor. O sigara dumanının aldığı sonsuz biçimlerin arasında Nar Beach’den ayrılıyor. Ben de ondan geriye kalan renkleri ya da tavırları düşünerek bir bira daha içiyorum…
Etiketler: FEMALE DERGİSİ, MEDYATİK YAZILAR
“Bana hiç kimse kötü adam karakterini oynatamaz!”
0 yorum Gönderen dipsiz kuyu zaman: Perşembe, Haziran 30, 2011Etiketler: FEMALE DERGİSİ, MEDYATİK YAZILAR, PERDE / SAHNE
Bahar gelmişti artık…
Etiketler: FEMALE DERGİSİ, MEDYATİK YAZILAR
Bazen…
Bir şeyleri uykuya yatırırsın…
Bu kimi zaman çok sevdiğin bir arkadaşındır; bulunduğu yer, yaşadığı ortam seni de içinde barındırmaya olanak tanımamaktadır…
Kimi zaman eski bir sevgilidir; o evlenmiştir, sen de evlenmişindir, ikinizin çocukları da günden güne büyümektedir, yaşamın acımasız yıllarında onu aklına getirmemiş, bir daha karşılaşacağını bile düşünmemişsindir…
Kimi zaman yaşamının en renkli günleridir; ilk aşkını, ilk sevişmeni, küçük yalanlarını, büyük maceralarını, o günlerde dolaştığın yerleri, tanıdığın insanları, nasıl sarhoş olduğunu, yaptığın kavgaları, geçirdiğin kazaları, onu nasıl aldattığını, onun tarafından nasıl aldatıldığını…
Kimi zaman küçücük hobilerindir; pek de fena sayılmayan bir fotoğraf makinesiyle zamanı ölümsüzleştirmek, her görenin çektiğin fotoğrafları beğenmesi, övgü dolu sözler, senin asıl niyetinin ise fotoğraflarını başlangıç kabul ederek günün birinden kısa filmler çekmektir…
Kimi zaman gerçekleşmesi olanaksız olan hayallerindir; en konforlu teknelerde dünyayı dolaşmak, Barselona’da futbol oynamak, Nobel ödülünü almak, Oscar kazanmak, gökyüzünde kanat çırparak uçmak, herkese mutluluk dağıtmak…
Kimi zaman uykuya yatırdığın aşkındır; onun zarar görmemesi için yel değirmenlerine savaş açmışsındır, bazen kazanmış, bazen kaybetmişsindir, kaybettiklerinle yeniden savaşmış, ölümüne direnmiş, direnecek gücün tükense bile can bedenden ayrılmadıkça savaşının süreceğinden eminsindir…
Belki de aşk meşk bahanedir; farkında olmadan kendini uykuya yatırmışsındır; seni nelerin sen yaptığını unutmuş, zamanın acımasız akışına kendini sorumsuzca bırakarak zamana ve mekana teslim olmuşsundur; iş, eş, çocuk derken gözlerin kapanıp gitmiş, derin bir uyku hali, başını yastığa doğru düzgün koyamadığından boyun kasların kasılmış, mekana hakim olan yoğun bir horlama durumu ve senden başkası yoktur seni uykudan uyandıracak…
Hey!
Uyan artık!
Geç kalıyorsun…
NOT: Bu yazı Famale Dergisi'nin (http://www.female.gen.tr/) 2011 Mart sayısındaki 'Simurg' köşesinde yayınlanmıştır.
Etiketler: BAZEN, FEMALE DERGİSİ, MEDYATİK YAZILAR
Bir yıl önceydi…
Setteki oyuncular ve teknik ekiptekilerle tanıştırılırken “Bu genç adama dikkat et,” diyen arkadaşım, dizide oğlu Hamza rolünü oynayan Haki Biçici’yi işaret ediyor.
Yağmura yakalanma olasılığı yüzünden çekimin ertelenebileceği düşüncesi ekiptekileri tedirgin ediyor. Çekime başlıyorlar. Hafiften serpiştiren yağmurda aksilik olmadan ilerlenirken, yağmur temposunu arttırmaya başlayınca şemsiyelerin altında ara vermeden çekime devam ediliyor. Bir dakikalık görüntü için gece boyunca çalışacaklar; kolay gibi görünen işlerinin hiç de kolay olmadığını, iyi paralar kazanıyorlarmış gibi görünseler de, karşılığını fazlasıyla verdiklerini düşünmeden duramıyorum…
Ben iki kat giyilmiş kazağın altından gecenin ayazını ve deri montumun kapüşonuna serpiştiren yağmuru fazlasıyla duyumsamaktayım. İncecik gömlek ve ceketleriyle üşümüyormuş gibi davranan oyuncular ise sonu gelmeyecekmişçesine tekrarlanan çekimler sırasında yerlere devriliyor, çamura bulanıyor, alnının ortasına kafa darbesi alıyor, bu sırada canları acısa bile, gerçek acılarını gizleyerek, rol gereği acı çekiyormuş gibi yapıyorlar; açı, karşı açı, uzak plan, yakın plan, genel çekimler, ayrıntılar, bir tekrar aşağıdan, iki tekrar yukarıdan, onun omzundan, ötekinin bacaklarının arasından derken dört saatlik çekim maratonunun sonuna geliniyor…
Hepsi birkaç dakika sizleri televizyonun başında oyalayabilmek için!
Aradan geçen bir yıl içinde arkadaşımın uyarısını önemseyerek Haki Biçici’nin başarıyla canlandığı Hamza karakterini daha dikkatlice izliyorum; kız kardeşini dövüyor, onun aşık olduğu erkekle kavgalar ediyor, bir cahillik yapıp kız kardeşinin kocasını öldürerek cezaevine düşüyor ve Hanımın Çiftliği dizisinin 51. bölümünde ibret-i alem olsun diye şehir meydanına kurulan darağacında idam edilişiyle de rolü sona eriyor.
Ben duygusal yoğunluğu fazla olan idam sahnesini televizyonda izlerken, çekimlerin yağmurlu bir havada yapılmış olmasına takılıyorum. Bu ayrıntı beni ister istemez bir yıl öncesine geri götürüyor. Set işçisinden teknik ekibine, oyuncusundan yönetmenine kadar verilen emeği yeniden anımsıyorum.
Dizi filmdeki sürecini tamamlayan Haki Biçici ise Mehmet Aslantuğ ya da Fikret Kuşkan gibi Adana’daki setlere veda ederken, Hanımın Çiftliği’ndeki macera kendi içindeki yolculuğuna devam ediyor.
NOT: Bu yazı Famale Dergisi'nin (http://www.female.gen.tr/) 2011 Şubat sayısındaki 'Simurg' köşesinde yayınlanmıştır.
Etiketler: FEMALE DERGİSİ, MEDYATİK YAZILAR, PERDE / SAHNE
Yüzlerce araç…
İçlerinden bir kamyon!
Bir anda karşı karşıya kaldığım kamyonun önünde kocaman harflerle ‘BABAM SAĞOLSUN’ yazısı…
Birkaç saniye öncesine kadar Avrupa standartlarına uymayan karayolundaki konvoyun arasındaydım. Trafik kurallarına uygun olarak sollama yapmış, önce bir binek otomobili, sonrasında da bir kamyoneti geride bırakmıştım. Bir otobüsü geçeceğim sırada hatalı solama yapan kamyon şoförüyle karşı karşıya kaldım. Sağımdaki araçlar çıktığım boşluğa sızmama izin vermedikleri için yavaşlayamıyordum. Göz göre göre ölüme giderken kimselerin umurunda değildim! O yaklaştıkça yaklaşıyor, korna çalıyor, selektör yapıyor, ben de çaresizlik içinde selektörle karşılık veriyordum.
En sonunda uzlaşmayı becerebildik; kamyon şoförü yavaşlamaya çalışacak, ben ise hızlanacaktım; üç ya da dört saniye içinde otobüsü geçerek kendi şeridime ulaşabilirsem hayatta kalabilecektim. Gaza sonuna kadar bastığım halde arabamın hızında pek değişiklik olmadı. Siz benim yerimde olsaydınız ne yapardınız? Aynı şeyleri yapacağımızı sanmıyorum…
Ben yaşamımın son üç saniyesine doğru ilerlerken, kamyonun önündeki yazıya takıldım: Baba çocuklarından birine kamyon sahibi olabilmesi için yardımda bulunuyor. Bu jestin altında ezilen evlat ise şükran duygusuyla kamyonunun ruhsatını babasının üstüne çıkarmak yerine tabelacının önüne çekiyor.
‘Yaz,’ diyor. ‘Kamyonun en görünen yerine, en kocaman harflerle ve en güzel yazınla…’
Yaratılmak istenen sanat eseri yavaşça beliriyor; önce ‘B’, sonra ‘A’ derken, kamyonun önündeki kocaman ‘BABAM SAĞOLSUN’ yazısı tamamlanıyor…
Allah her aileye onun gibi hayırlı evlatlar ihsan eylesin!
Amin…
Son iki saniyemde evlenebilmek için babasından yardım alanları düşünmeye başladım: Evlilikte başlık, düğün, takı derken önemli paralar dönüyor. O evlatların da babalarına bir jest yapmaları gerekmez mi? Yoksa gelin almak kamyon almaktan daha mı önemsiz? Eş için de aynı duyarlılık gösterilerek gelinin görünür bir yerine ‘BABAM SAĞOLSUN’ yazılı bir dövme yaptırılabilir mesela…
Yaşasın aile içi ilişkiler!
Son bir saniyeye gelindiğinde hala kamyon yazılarının arasından sıyrılamamıştım: Bir gün peder bey öldüğünde ne olacak? Ya kamyonla cenazesi taşınacak olursa? Ya anlamını yitiren yazıyı görenler ne düşünecek? O yazıyı sildirsen ve sildirdiğin yere ‘RUHU ŞADOLSUN’ gibilerinden bir şeyler yazdırsan, çok daha başka bir şey olacak, ne yapsan iş değil…
Son saniyede kimselerin ‘ruhu şad olsun’ demesine gerek kalmadan otobüsü solladım. Geriye kalan saliseleri de kamyon şoförüne korna çalarak, cinsel içerikli el hareketleri ve küfürler yağdırarak tamamladım.
Bir kamyon yazısı işte…
NOT: Bu yazı Masculine Dergisi'nin (http://www.masculine.gen.tr/) 2011 Şubat sayısındaki 'Simurg' köşesinde yayınlanmıştır.
Etiketler: MEDYATİK YAZILAR
Bir saniye…
Hep öyle olur ya…
“Bir saniye!” dersiniz, sonra da karşınızdakinin dakikalarını alıp götürürsünüz; oysa bir saniyelik zaman dilimi ilk anda tükenmiştir…
İlk satırdaki başlığı okumanızın maliyeti yaklaşık olarak bir saniye civarındadır. O satırı yazıyla yazmaya çalıştığında çok daha fazla saniyeye gereksinim duyulur. Bir de kendinizi benim yerime koyarak, ‘Bu yazının başlığı ne olsun?’ diye düşünürken aklımda dolananları anlamaya çalışın. ‘Doğrudan doğruya konuyu anlatabilecek bir başlık bulmalıyım, ama birkaç kelimeyi geçmemeli, aynı zamanda yazımı okumaya niyetli olanların dikkatini çekmeli, hem vurucu olmalı, hem de ucuz bir slogana dönüşmemeli…’ diye bir saniyeyi satırlara dökmeye çabalarken uçup giden dakikalar; daha yazılacak yüzlerce kelime olduğu halde bir saniyeden öteye gidememenin çaresizliği…
Yaşamda bizlere verilmiş olan saniyelerin bolluğuna bakarak ‘Feda olsun senin gibi bir yazıya binlerce saniye!’ diyerek birbiri ardına eklenen saniyeleri hovardaca harcamalı mıyız?
Bir günün seksen altı bin dört yüzde biri kadar değeri bulunan ‘bir saniye’ için bu kadar kafa yormaya değer mi?
Değmez mi?
Bu yılın ilk günlerinde, bir buçuk milyar saniyeyi kapsayan yaşamım gözlerimin önünden akıp geçerken, bir saniyelik zaman diliminin hesabını yapıyor olmak içimi yaralıyor; yaş ilerledikçe cimrileşmişim, zaman fakiri olmuşum farkına varmadan…
Yaşamımın ilk beş yüz milyar saniyesini geride bıraktığım bir yaz gününü anımsıyorum: Güneşin en tepeden olduğu saatlerde, Konyaaltı’ndaki plajların birinde gazetemi elime alarak havlumun üstüne uzanmıştım. Ölüm ilanlarına kadar gazeteyi okumuş, bir an önce akşam olsun diye defalarca denize girip çıkmış, milim milim ilerleyen akrep ve yelkovanın hangi zamanı gösterdiğine defalarca bakmış, en sonunda akıp gitmeyen zamana teslim olarak, ‘Bu yaşam benim için hiçbir zaman bitmeyecek!’ sonucuna ulaşılmıştım. Kendi ritminde akıp giden zamanın bana ayak uydurmak gibi bir derdinin olmadığını kavrayabilmek yıllarımı aldı. O yıllarda sonsuz gibi görünen gelecek vardı. Bugün ise kısa bir zaman dilimine sığdırılabileceğim bir geçmişten söz ediyorum.
Buraya kadar yazdıklarımı okuduysanız, bu yazının size üç yüz ya da dört yüz saniyelik bir maliyetinin olduğunu anımsatmak isterim. İlk başlığı gördüğünüzde başınızı çevirip geçebilseydiniz, bir saniyenizi geride bırakarak kurtulabilirdiniz; ama artık çok geç; umarım satırlarımın arasında bıraktığınız saniyeler, aldıklarınıza değer…
Her saniyesinin hakkını verebildiğiniz bir yıl yaşamanız dileğiyle, mutlu yıllar…
NOT: Bu yazı Famale Dergisi'nin (http://www.female.gen.tr/) 2011 Ocak sayısındaki 'Simurg' köşesinde yayınlanmıştır.
NOT: Bu yazı Mahalle Baskısı Dergisi'nin 2012 Temmuz sayısında yayınlanmıştır.
Etiketler: FEMALE DERGİSİ, MEDYATİK YAZILAR
Daha Yeni Kayıtlar Önceki Kayıtlar Ana Sayfa