Blogger Template by Blogcrowds

Sınırlar…


İsviçre’nin kuzeyindeki Basel’e yolum düşmüştü…

Bu şehir Almaya ile Fransa’ya sınır komşusudur. Hava yoluyla Basel’e ulaşmaya çalıştığınızda, üç ülkenin ortak kullandığı havaalanına indirilir, pasaport işlemleri sonrasında İsviçre çıkışına yönlendirilirsiniz. Ren Nehri şehrin ortasından akmaktadır. Birçok Avrupa kentinde olduğu gibi tarihi binaların bozulmamış dokusu geçmişin ve bugünün iç içe yaşamasını sağlamaktadır.
Tarihi binaların sıralandığı daracık sokaklarda ya da geniş kaldırımlarda yürüyün, bir meydanda ansızın karşınıza çıkan katedralden etkileneceğinize eminim, Ren Nehri’nin üstüne kurulmuş bin yıllık köprüden geçerken yüzlerce yıllık insanlık tarihinin peşinizde dolaştığı izlenimine kapılacaksınız.
Ren Nehri’nin kenarında köpeğini dolaştıran bir kadına ister istemez takılmak zorunda kaldım. Orta yaşlı kadının yüzünde fazlasıyla huzur vardı. Bütün sakinliğiyle çimlerin kenarında yürüyen köpeğine eşlik etmekteydi. Bir süre aynı yöne doğru ilerledik. Her an yaramazlık yapacağını düşündüğüm köpeğin de sahibi kadar huzurlu olması şaşırtıcıydı. Yalnızca huzurlu olanlar onlar değildi; yanımızdan geçenler, karşımızdan gelenler, babasından dondurma almasını isteyen küçük bir çocuk, eşofmanlarıyla koşmakta olan bir genç kız, bir kadın ve erkek polis, tekerlekli sandalyede ömrünün son yıllarını tamamlamaya çalışan çok ama çok yaşlı bir adam…
Huzur dolu insanların arasında nedenini bilemediğim bir huzursuzluğa kapıldığımı itiraf etmeliyim…
Ren Nehri’nin üstüne kurulmuş teknolojik bir salın yardımıyla Almanya tarafına geçerken, orta yaşlı kadın ile köpeği İsviçre sınırlarında kalmıştı. Bir süre Almanya topraklarında yürüdükten sonra kendimi Fransa’da dolaşırken buldum. Pasaport kontrolü yapan olmadı! Vize soran yok! Kim olduğum kimselerin umurunda değildi! Nerede dikenli teller? Hani mayın tarlaları? Ağır silahlarıyla sınırların güvenliğini sağlayan askerler nereye gizlenmişti? Bir süredir yürüdüğüm, yürüdüğümden daha fazla düşündüğüm için acıkmış olmalıydım. Ayaklarım tarafından Ren Nehri’nin üstündeki bir restorana sürükleniyordum. Üç devleti aynı anda görebildiğim bir restoranda İtalyan şarabı içerek öğle yemeği yedim.
Rüya gibiydi…
İtalyan şarabının sonuna doğru hayaller dünyasında dolanmaya başlamıştım: Türkiye’deki bir sınır bölgesinin mayınları arasından çekirge gibi zıplayarak Suriye tarafına geçtiğimi, şanslı bir günümde olduğumdan peşimdeki Suriye askerlerinin attıkları kurşunların isabet etmediğini, onların elinden kurtulabilmek için ecel terleri dökerek İran tarafına geçmek zorunda kaldığımı, kelime-i şahadet getirerek İran topraklarında kaçmaca kovalamaca oynadığımı, dağlar tepeler aşarak yeniden Türkiye’ye geri döndüğümü, dağlarda yaşadıklarımın ise ‘ne siz sorun, ne de ben söyleyeyim’ dedirtecek kadar çileli olduğunu…
Gerçek gibiydi…
Yemekten sonra yeniden yorulana kadar yürümüş, bu yürüyüş sırasında memleketimin sınır komşularını aklımdan çıkarmaya çalışmış, İsviçre tarafında kalan bir meydanda kahvelerini yudumlayan insanların arasına karışmıştım. Tadını damakta bırakan bir İtalyan kahvesini yudumlarken meydandaki huzurun tadını çıkarmaktaydım: Geçip giden arabalar, tramvaylar, bisikletliler, köpeklerini dolaştıranlar, birbirleriyle şakalaşan gençler, küçük adımlarla yürümekte olan yaşlılar, selam vermekten ya da gülümsemekten çekinmeyen bir insan topluluğu…
O meydandaki kalabalığın arasında yalnız olduğumu duyumsuyordum. Huzur dolu insanların arasındaki huzursuzluğumun yeniden depreştiği sırada İsa’nın dünyaya dönüşüne tanık olmak kadar şaşırtıcı bir mucizeyle karşılaştım. İlk olarak yeryüzüne düşen bir yıldırım gibi mucizenin sesini işittik. Karadeniz yöresinin insanın içini kıpır kıpır eden müziğine hazırlıksız yakalamıştık! Ne olduğunu anlayamayan kalabalık etrafına bakınmaktaydı. Hemen ardından kırmızı spor arabasıyla meydana yaklaşan gencin görüntüsü belirdi; iki kapılı arabasının camlarını sonuna kadar açmış olan gencin siyah bir deri mont vardı, her iki camdan fışkıran dev ses dalgaları meydanda yankılanmakta, tıraşsız genç müziğin ritmine göre başını ileri geri sallamaktaydı.
Ne kadar bildik!
Ne kadar bizden!
İki kapılı spor arabadan önce gelip, ondan sonra uzaklaşan oyun havasının tınıları meydanı boşaltınca mucize sona erdi. Az önceki huzurlu ortama geri dönülmüştü. Ben İtalya kahvesinin son yudumunu alırken, ister istemez dilime pelesenk olan müziği içimden tekrarlıyor, parmaklarımı müziğin ritmine uygun olarak masada tıkırdatıyor ve gizliden gizliye gülümsüyordum…
Ne rüya, ne de gerçek gibiydi…

NOT: Bu yazı Female Dergisi'nin (www.female.gen.tr) Eylül 2012 sayısındaki 'Simurg' köşesinde yayınlanmıştır.

Daha Yeni Kayıtlar Önceki Kayıtlar Ana Sayfa