Blogger Template by Blogcrowds

Ruh hali...

Bazen…
Hiçbir neden yokken, ellerini şakaklarını ovalarken yakaladığında, başındaki zonklamanın belli belirsiz farkına varıyorsun…
İçinde bir huzursuzluk, bir keyifsizlik, bir tedirginlik durduk yere; bir yerlere gitmek istemediğin gibi durduğun yerde de duramıyorsun…
Keyfini kaçıran hiçbir şey olmadığı halde neden keyfinin kaçtığını bilmiyorsun, bilmek de istemiyorsun, bilinecek bir şey de yoktur aslına bakarsan…
Nedenini düşünürken bulursun kendini nedensiz yere…
Evliysen eşinin sesini duymak istemezsin, bekarsan sevgilini görmek istemezsin, tek başına kalmak istersin ama kendine bile tahammül edebilecek durumda değilsindir…
Midede bir bulantı, bir isteksizlik, bir tatminsizlik…
Böyle bir ruh haliyle baktığın gazete sayfalarında, katliamlar, cinayetler, intiharlar; ölenler ve öldürenler kaplamış gazetelerin sayfalarını…
Kötü niyetli güçler ya da onların işbirlikçileri sarmış dört bir yandan memleketi; üç yanı denizden, bir yanı karadan…

Biraz çıkıp hava almak istersin, hava parçalı bulutlu, hem yağmur yağacak, hem de güneş ortaya çıktığında terletecek gibi; basık ve boğucu bir hava; nereye gidersen git, peşini bırakmaya niyetli değil…
Birkaç damla gözyaşı rahatlatacak gibi ama ağlamak için bir neden yok; belki de birileriyle kapışmalı, hakaret etmeli, hakaretlere uğramalı; çeneye inecek bir yumruk bütün bu karamsarlıktan silkelemeye yetecek gibi…
Telefonun sesi uğursuz bir baykuşun felaketini haber verecekmişçesine cırlamakta; açıyorsun ki nedensizce araya bir dost halini hatırını soruyor; bilmediğin bir sıkıntının olduğunu söylemek dilinin ucuna kadar geliyor, bir an yutkunuyorsun, o boşlukta konu değişiyor, belki de dünya bile değişmiş sen farkına varamadan…
Yeni bir telefon çalmadan şu ruh halinden silkinmek gerek…

NOT: Bu yazı Famale Dergisi'nin (http://www.female.gen.tr) 2012 Aralık sayısındaki 'Simurg' köşesinde yayınlanmıştır. 

Hain Zaman...

Bazen…

O zaman hiç bitmesin istersiniz…
Hiç bitmesini istemediğiniz halde nasıl geçip gittiğini anlayamadan, hatta sonuna yaklaştığınız kaygısıyla saate bakmaya çekinseniz bile, siz zamana karşı ne yaparsanız yapın, zaman sizi umursamadan geçip gidecektir…
Bu külkedisinin gecenin yarısına kadar prensesler gibi baloya katılmasına benzer; ne balo salonunun tadını çıkarmaya zaman vardır, ne prensle yaptığı dansın keyfini çıkarmaya yeter, kısıtlı zaman içinde ayağındaki ayakkabıya bile sahip çıkamaz…
Bu çok sevdiğiniz birini bayram günü cezaevinde ya da asker ocağında ziyaret etmeye benzer; bir sonraki bayrama kadar göremeyeceğinizin farkında olarak gözlerinin içine bakar, bütün söyleyeceklerinizi kısacık bir zaman diliminde anlatmaya çalışır, hiçbirini söyleyemeden görüşmenin tükendiğine tanık olursunuz…
Bu coşkuyla sevişmeye benzer; yaşanılan anın büyüsüne kendinizi kaptırır, sonsuza kadar sürmesi için tanrıya bir dilek göndermeye fırsat bulamadan, yerini bir rahatlamaya, bir huzura terk ederek, keyfini istediğince yaşayamadan tükenip gidecektir…
Bu Peter Handke’nin ‘Kalecinin Penaltı Anındaki Endişesi’ kitabının adına benzer; penaltıyı atacak futbolcu güçlü bir krampon darbesiyle kaleye topu yollamış, kaleci topun gittiği yönü görmüş, topun kale çizgisini geçişine saniyenin bilmek kaçta biri kadar zaman varken bir kedi çevikliğiyle topa doğru hamle yapmış,  kalecinin topu yakalayabilmesi için saniyenin bilmem kaçta biri kadar daha zamana gerek vardır, zaman ise kaleciyi umursamadan geçip gitmektedir…
Bu zaman herkes için böylesine hızla mı akmaktadır?
Kendinizi penaltı vuruşunu yapan futbolcunun yerine koyduğunuzda, o futbol topunun yavaşlatılmış bir biçimde kale çizgisine doğru ilerlediğini, kalecinin ise hızlandırılmış bir hareketle topa hamle yaptığını düşünürsünüz…
İstenmeyen bir sevişmenin bir türlü sonu gelmez…
Cezaevinde ya da asker ocağında yaşadığın zaman ziyaretine gelen sevdiklerinle geçirdiğin zaman gibi hızla akıp gitmez…
Kendimizi külkedisinin yerine koyduğumuzda üvey annenin eziyetinden bir türlü akşam olmayacaktır…
Bu satırları karalarken, tükenmek bilmeyen zamanlar yaşamımızı doldururken, bir anda tükettiğimizin zaman dilimlerinin parmaklarımızla gösterilebilecek kadar az olduğunu anımsadım. Yaş elliye dayandığında, zamanın milim milim ilerlendiği günler geride kalıp, günlerin takvim yapraklarının koparılma hızında tükenmeye başladığında, herkes dil birliği etmişcesine ‘Bir ömür göz açıp kapayana kadar geçip gitti,’ hayıflanmalarına başlamaktadır…
Zamanın olumsuzluklarla dolu olduğunu dile getirirken zamana karşı haksızlık mı yapıyoruz?
Yaşamımız acı ve tatlı anılarla dolu dolsa da yaşamanın kendisi başlı başına bir olumluluk değil mi?
Yaşamak…
Var olmak yani…
Milyarlarca aday arasından sıyrılmayı becerip, bu uzamda ve zamandan varoluşumuzu hafife alarak kendimize haksızlık yapıyor olabilir miyiz?
Neyse, boş verin…
Sizin yaşamınız nasıl akıp gidiyor?
Siz onu söyleyin…

NOT: Bu yazı Famale Dergisi'nin (http://www.female.gen.tr) 2012 Kasım sayısındaki 'Simurg' köşesinde yayınlanmıştır. 

Vazo...

Bazen…
Sıkı sıkıya kavradığınız bir vazo parmaklarınızın arasından kayıverir…
Elinizden nasıl kayıp gittiği, yerçekiminin etkisiyle zemine yaklaşması, bu arada yana doğru eğilişi, daha yere ulaşmadan içindeki suyun bir kısmının etrafa savrulması, birkaç çiçeğin su damlacıkları gibi vazodan ayrılışı, vazonun laminant parke zemine çarptığı o an, o an duyulan çarpmanın sesi, aynı anda ortadan ikiye ayrılan iki büyük parça, bir anda ortalığa yayılan ıslaklık, vazonun etrafına dağılan çiçekler…


Bir film şeridi gibi görüntüler gözlerinin önünden akıp giderken vazoya sahip olduğun ilk günlere dönersin; uzun yıllar önce, ağustos ayının ortalarında onu görmüş, çok hoş bir vazo olduğunun farkına vardığın halde böylesine etkileneceğini düşünmemiş, çok da emek vermeden vazonun sahibi oluvermiş, günler geçtikçe daha fazla sevmeye başlamış, ona her bakışında gözlerini üstünden ayıramaz olmuş, zamanla takıntın haline dönüşmüş, o vazo olmadan yaşamının anlamsız olacağının farkına vararak en güzel çiçekleri ondan esirgememiş, hiçbir şey için yapmayacaklarını onun için yapmaya başlamış, hiç pişman olmamış, bu arada yıllar yılları kovalamaya başlamış, zamanın her şeyi eskitmeye başladığı yıllarda vazoya takıntın acı vermeye başlamış, o günlerin birinde vazoyu ilk kez elinden düşürmüş, paramparça olmasa bile birçok yerinden aldığı darbelerle orijinal halini yitirmiş, o halini görmemek için bir süre vazodan uzak kalmaya çalışmış, zaman içinde o haline de alışmış, eskisi kadar olmasa bile yaşamının en nadide çiçeklerini ona taşımayı sürdürmüş, sonsuza kadar da taşıyacağını düşünürken, bir an, bir dikkatsizlik, bir önemsemezlik, belki de bilemediğin ve anlayamadığın bir nedenle parmaklarının arasından kayıvermiştir…
Şaşkınlıkla yerdeki iki büyük parçaya dönüşmüş vazoya bakarken, ilk aklına gelen, iki parçayı birleştirerek eski haline getirip getiremeyeceğini düşünmek olmuş, bir taraftan da öfkeni tüketene kadar iki parçayı ayağının altında ezerek tuz-buz haline dönüştürmeyi düşünmüş, hangisini yaparken kendini daha iyi hissedeceğini düşünürken, düşünceler arasında boğulup kalmaktasındır…
Ne yapacağını düşünürken yerdeki ıslaklığı kurutmuş, çiçekleri başka bir vazoya yerleştirmiş ve vazonun iki kırık parçasını kararını verene kadar bir köşeye kaldırmışsındır…
Çöpe atmak ya da sıcağı sıcağına yapıştırarak vazoya dönüştürmek yerine bir köşede bekletmek en kötü karar olmuş, o köşeden her geçişinden büyük parçaların kenarlarından kopmaya başlayan küçük parçacıkları görerek için acımış, iki büyük parçayı bir bütün haline dönüştürmeye yanaşmayan parmakların git gide ufak parçalara dönüşen vazoya yaklaşamaz hale gelmiştir…
En sonunda temizliğe gelen kadın yaşadıklarından habersiz olarak bir köşede duran vazonun parçacıklarını çöp kutusuna atmış, akşam eve geldiğinde köşenin boş olduğunu görerek biraz üzüntü, biraz rahatlamayla vazonun hayatından çıkışını kabullenmek zorunda kalmışsın…
O vazo kırılıp gitmiştir ama yıllardır taşıdığı çiçekler belleğinin bir köşesinde durmakta, ister istemez o vazoyla yaşadığın güzel günlerini anımsatmaktadır…

NOT: Bu yazı Female Dergisi'nin (www.female.gen.tr) Ekim 2012 sayısının 'Simurg' köşesinde yayınlanmıştır.

Sınırlar…


İsviçre’nin kuzeyindeki Basel’e yolum düşmüştü…

Bu şehir Almaya ile Fransa’ya sınır komşusudur. Hava yoluyla Basel’e ulaşmaya çalıştığınızda, üç ülkenin ortak kullandığı havaalanına indirilir, pasaport işlemleri sonrasında İsviçre çıkışına yönlendirilirsiniz. Ren Nehri şehrin ortasından akmaktadır. Birçok Avrupa kentinde olduğu gibi tarihi binaların bozulmamış dokusu geçmişin ve bugünün iç içe yaşamasını sağlamaktadır.
Tarihi binaların sıralandığı daracık sokaklarda ya da geniş kaldırımlarda yürüyün, bir meydanda ansızın karşınıza çıkan katedralden etkileneceğinize eminim, Ren Nehri’nin üstüne kurulmuş bin yıllık köprüden geçerken yüzlerce yıllık insanlık tarihinin peşinizde dolaştığı izlenimine kapılacaksınız.
Ren Nehri’nin kenarında köpeğini dolaştıran bir kadına ister istemez takılmak zorunda kaldım. Orta yaşlı kadının yüzünde fazlasıyla huzur vardı. Bütün sakinliğiyle çimlerin kenarında yürüyen köpeğine eşlik etmekteydi. Bir süre aynı yöne doğru ilerledik. Her an yaramazlık yapacağını düşündüğüm köpeğin de sahibi kadar huzurlu olması şaşırtıcıydı. Yalnızca huzurlu olanlar onlar değildi; yanımızdan geçenler, karşımızdan gelenler, babasından dondurma almasını isteyen küçük bir çocuk, eşofmanlarıyla koşmakta olan bir genç kız, bir kadın ve erkek polis, tekerlekli sandalyede ömrünün son yıllarını tamamlamaya çalışan çok ama çok yaşlı bir adam…
Huzur dolu insanların arasında nedenini bilemediğim bir huzursuzluğa kapıldığımı itiraf etmeliyim…
Ren Nehri’nin üstüne kurulmuş teknolojik bir salın yardımıyla Almanya tarafına geçerken, orta yaşlı kadın ile köpeği İsviçre sınırlarında kalmıştı. Bir süre Almanya topraklarında yürüdükten sonra kendimi Fransa’da dolaşırken buldum. Pasaport kontrolü yapan olmadı! Vize soran yok! Kim olduğum kimselerin umurunda değildi! Nerede dikenli teller? Hani mayın tarlaları? Ağır silahlarıyla sınırların güvenliğini sağlayan askerler nereye gizlenmişti? Bir süredir yürüdüğüm, yürüdüğümden daha fazla düşündüğüm için acıkmış olmalıydım. Ayaklarım tarafından Ren Nehri’nin üstündeki bir restorana sürükleniyordum. Üç devleti aynı anda görebildiğim bir restoranda İtalyan şarabı içerek öğle yemeği yedim.
Rüya gibiydi…
İtalyan şarabının sonuna doğru hayaller dünyasında dolanmaya başlamıştım: Türkiye’deki bir sınır bölgesinin mayınları arasından çekirge gibi zıplayarak Suriye tarafına geçtiğimi, şanslı bir günümde olduğumdan peşimdeki Suriye askerlerinin attıkları kurşunların isabet etmediğini, onların elinden kurtulabilmek için ecel terleri dökerek İran tarafına geçmek zorunda kaldığımı, kelime-i şahadet getirerek İran topraklarında kaçmaca kovalamaca oynadığımı, dağlar tepeler aşarak yeniden Türkiye’ye geri döndüğümü, dağlarda yaşadıklarımın ise ‘ne siz sorun, ne de ben söyleyeyim’ dedirtecek kadar çileli olduğunu…
Gerçek gibiydi…
Yemekten sonra yeniden yorulana kadar yürümüş, bu yürüyüş sırasında memleketimin sınır komşularını aklımdan çıkarmaya çalışmış, İsviçre tarafında kalan bir meydanda kahvelerini yudumlayan insanların arasına karışmıştım. Tadını damakta bırakan bir İtalyan kahvesini yudumlarken meydandaki huzurun tadını çıkarmaktaydım: Geçip giden arabalar, tramvaylar, bisikletliler, köpeklerini dolaştıranlar, birbirleriyle şakalaşan gençler, küçük adımlarla yürümekte olan yaşlılar, selam vermekten ya da gülümsemekten çekinmeyen bir insan topluluğu…
O meydandaki kalabalığın arasında yalnız olduğumu duyumsuyordum. Huzur dolu insanların arasındaki huzursuzluğumun yeniden depreştiği sırada İsa’nın dünyaya dönüşüne tanık olmak kadar şaşırtıcı bir mucizeyle karşılaştım. İlk olarak yeryüzüne düşen bir yıldırım gibi mucizenin sesini işittik. Karadeniz yöresinin insanın içini kıpır kıpır eden müziğine hazırlıksız yakalamıştık! Ne olduğunu anlayamayan kalabalık etrafına bakınmaktaydı. Hemen ardından kırmızı spor arabasıyla meydana yaklaşan gencin görüntüsü belirdi; iki kapılı arabasının camlarını sonuna kadar açmış olan gencin siyah bir deri mont vardı, her iki camdan fışkıran dev ses dalgaları meydanda yankılanmakta, tıraşsız genç müziğin ritmine göre başını ileri geri sallamaktaydı.
Ne kadar bildik!
Ne kadar bizden!
İki kapılı spor arabadan önce gelip, ondan sonra uzaklaşan oyun havasının tınıları meydanı boşaltınca mucize sona erdi. Az önceki huzurlu ortama geri dönülmüştü. Ben İtalya kahvesinin son yudumunu alırken, ister istemez dilime pelesenk olan müziği içimden tekrarlıyor, parmaklarımı müziğin ritmine uygun olarak masada tıkırdatıyor ve gizliden gizliye gülümsüyordum…
Ne rüya, ne de gerçek gibiydi…

NOT: Bu yazı Female Dergisi'nin (www.female.gen.tr) Eylül 2012 sayısındaki 'Simurg' köşesinde yayınlanmıştır.

Ayna...



Gecenin bir yarısıydı…
Karşımdaki aynadan gözlerimi gözlerime yöneltmiştim. Derin bir nefesi ciğerlerime doldurarak kendime doğru koşmaya başladım. Ulaştığım yer zifiri karanlık. Hiçbir şey görünmüyor. Bir duvarla karşılaşsam bodoslama toslayacağım, küçük bir engele ayağım takılsa metrelerce yerlerde sürüneceğim, karanlık bir çukur, bir karanlık uçurum yolumu kesse derinliklerinde savrulacağım. Ben ise aynanın içindeki sonsuzlukta korkusuzca koşuyorum.
İnsanın kendi içindeki koşuşturması ne kadar sürer ki?
Bir dakika?
Bir yıl?
Onlarca yıl?
Sonsuza kadar mı?
Sonsuz bir boşlukta sonsuza kadar koşuşturmanın nasıl bir açıklaması olur ki?
Tek nefeste kendime doğru yaptığım yolculuğu zaman yitirmeden tamamlayabilmeliyim. O nefesi tükettikten sonra yenisine ulaşamayacağımın farkındayım. Bir nefese bütün geçmişimi sığdırmaya ve ciğerlerimde dolanan oksijenin sonu gelmeden bütün hesaplaşmalarımı tamamlamaya çabalıyorum.
Uzaklarda cılız bir parlaklık, belli belirsiz…
Geçmiş mi, gelecek mi, anlaşılır gibi değil…
Ne olduğunu önemsemeden parlaklığa doğru yöneliyorum. İçimdeki koşuşturma tek nefeste sona erecekmiş gibi görünmüyor, yine de ciğerlerimdeki oksijeni ekonomik kullanmakta kararlıyım. Beyaz zeminde beyaz bir noktayı görmeye çalışırcasına karanlığın içinde karanlık günlerimi yaşıyor, o günlerden uzaklaşmaya çalıştıkça kendimi daha da karanlık bir boşlukta buluyorum. Cılız parlaklığın kayboluşuyla panik anı karabasana dönüşüyor. Çaresizlik içinde parlaklığı gördüğüm yöne doğru daha da hızlı koşuyorum. Ne kadar koşarsam koşayım yeni bir parlaklık belirmiyor. Çıldırmış gibiyim! Sonsuz boşlukta kendimi farklı yönlere savuruyorum; her yer karanlık, her şey umutsuz…
İçimdeki koşuşturma neden böylesine umarsız?
Son nefesin tükenmeye yüztutuğu sıralarda yeniden aynanın karşısında kendimle karşılaşıyorum; tam ortasında ben varım…
Bana bakıyorum…
Gözlerim gözlerime kenetlenmiş…
Dudaklarım mühürlenmişçesine hareketsiz…
Oksijenin yaşam dolu enerjisi dudaklarımdan sızmaya başlıyor, yavaşça, usul usul, yeniden var olmanın özgüveniyle yaşamdaki yolculuğuma devam ediyorum. 

NOT: Bu yazı Female Dergisi'nin (www.female.gen.tr) Ağustos 2012 sayısındaki 'Simurg' köşesinde yayınlanmıştır.


Daha Yeni Kayıtlar Önceki Kayıtlar Ana Sayfa