Blogger Template by Blogcrowds

Aşk denilen duygunun raf ömrünü üç yıl olarak belirlemişler. Birisi ‘Aşkın ömrü üç yıldır’ diye kitap yazmış. Bir başkaları biraz daha uzun ya da biraz daha kısa olduğunu kanıtlamaya çalışsa da, bu sürecin birkaç yıl az ya da birkaç yıl fazla olduğu dışında pek bir şey söyleyen yok…
Ama evlilikten kapı açıldığında yirmili otuzlu yılları göze almak gerek; en azından bir çocuk yapmalısın, yaşamın en sıkıntılı dönemlerini evlendiğin kişiyle birlikte yaşamalısın, annelerin ya da babaların ölümleri çoğu zaman evliliğin kapsama alanında yaşanır, bu dönemde yaşadığın çevreyi değiştirirsin, yeni baştan evliliğe uygun arkadaşlar oluşturmak zorundasın, çocuğunu büyütmekle uğraşırsın, hastalıklarla uğraşırsın, yaşlanmakla uğraşırsın, kırk yaş sendromu, elli yaş sendromu, menepoz, andrapoz, vs…
Bunca hengamenin arasında aşkı nereye sıkıştıracaksın?
Örneğin çocuğun kollarında havale geçirdiği, bir öteki tarafa, bir bu tarafa gidip geldiği sırada aşkı yaşayacak hal mi kalır?
Eşine küs olarak gittiğin memlekette babanın ölüm haberini alıp, onunla babanın cenazesinde karşılaştığında aşkın neyini paylaşabileceksin?
İşlerini batırmış, kredi kartlarını iptal ettirmiş, varını yoğunu satarak memleketi terk ederken aşk denilen duyguyu yanına alıp götürebilir misin?
Romeo ve Juliet’nin ölümsüz aşkını bilmeyeniniz yoktur. O aşkın birbirlerine kavuşamadan öldükleri için ölümsüz bir aşka dönüştüğünü de biliyor muydunuz? Bir tiyatro yazarı Romeo ve Juliet’nin ölmedikleri, birbirlerine kavuşarak evlendikleri düşüncesinden yola çıkarak 'Bir tarlakuşuydu Juliet' adında bir tiyatro oyunu yazmış; aşk yerlerde, dökülüyor, sürüm sürüm sürünüyor…
Şöyle bir etrafınıza göz attığınızda mükemmel olduğu söylenen evliliklerde mükemmel ikiyüzlülükler yaşanmakta…
Aşka dönecek olursak…
Bu duygunun zor koşullara direnimi yok; hassas, alıngan, kırılgan; bir orkide naifliğiyle toprağını, suyunu, güneşini beğenmediği zamanlar yaşayamıyor; biraz sevgisiz kalsa bile kuruyup gidiyor…
Bir çözüm bulmalı cancağızlarım…

NOT: Bu yazı Famale Dergisi'nin (http://www.female.gen.tr) 2013 Mayıs  sayısındaki 'Simurg' köşesinde yayınlanmıştır. 

Richard Bach’ın ‘Martı’ kitabını bilirsiniz…Birçoğunuz gibi kısacık öykünün kahramanı Jonathan Livingston’dan etkilenenlerden biriyim; hatta biraz fazla etkilenmiş olmalıyım ki, ‘Yeşil mavi ya da turuncu’ adındaki romanımın son sayfalarında benim kahramanım ile martı Jonathan Livingston’u karşılaştırmış, onları birbirleriyle konuşturarak romanımı tamamlamıştım…

Şimdi de Richard Bach’ın ‘Hipnozcu’ adındaki romanının kahramanı Jamie Forbes’in yaşadığı bir gösteriyi anlatmak istiyorum: Bir hipnozcunun sahne şovuna gönüllü olarak katılan Jamie Forbes hipnozun etkisiyle kendisini taş duvarları olan bir hücrenin içinde bulur. Dışarıya çıkabilmek için tekmeler atmaya, yumruklar savurmaya, omzunun gücüyle taş duvarlara yüklenmeye çalışır. Ne yaparsa yapsın başaramayacaktır! Hipnozcunun duvarın içinden geçme önerisini ise ciddiye bile almayacaktır. Gösterinin sonuna doğru hipnozcunun yönlendirmesiyle taş duvarın içinden geçecek, hipnozcu tarafından uyandırıldığında sahnenin üstünde olduğunu, sahnenin üstünde öyle bir duvar olmadığını, olmayan bir duvarın içinden geçmediğini, hücreden çıkabilmek için yaptığı hareketlerin seyircileri fazlasıyla güldürdüğünü anlayacaktır…
Olmayan bir hücrenin duvarlarına tekmeler savuran birini izlemek çoğumuzu güldürebilir…
Ya duvarları olmayan bir hücreden dışarıya adımını bile atamamak nasıl bir duygudur?
Şimdi görünmez duvarları olan bir hücre yaratmaya çalışalım: Ben hücrenin duvarlarını geleneklerimizden ve göreneklerimizden oluşturmayı öneriyorum. Bir başkası öğretilerden yola çıkarak birbirinde farklı motifler yaratabilir. Başka biri de inançlarıyla hücresinin duvarlarını örebilir…
Şimdi de görünmez duvarlarınızın içine bir süre zaman geçirmeye çalışın; hücrenin içindeki şartlar elverdiğince istediğinizi yapmakta özgürsünüz; içeride volta atın, düşünün, düş kurun, ibadet edin; her ne yapmak istiyorsanız yapın…
Ne yapacağına karar veremeyenlere görünmez duvarların üstüne kazınmış yazıları okumasını öneriyorum; törelerimiz başka türlüsüne izin vermez, öteki dünyada cayır cayır yanacaksınız, ya bizdensin ya da karşı taraftan, bu kadar başlık parası yetmez, önünden kara kedinin geçmesi uğursuzluktur, öğretilerimiz diğerlerinin doktrinlerini yadsımaktadır, bizim ırkımızdan daha üstün bir ırk yoktur, sonunda Galile de dünyanın dönmediğini kabul etmiştir, öküzün boynuzları üstüne kurulmuş bir dünya nasıl dönebilir ki, vs…
Bu duvarlar çok geçmeden Jamie Forbes’in kapatıldığı taş duvarlara benzeyecektir; sizi izleyenler etrafınızı çevreleyen taş duvarları göremeyecek, siz ise çevrenizi sardığını varsaydığınız duvarların ardında yaşananları hiçbir biçimde duyumsayamayacaksınız…
Bir de görünmez duvarların dışına çıkmaya çalışın!
Sizce kolay olacak mı?
Zor mu?
Çok mu zor?
Neredeyse olanaksız olduğunu düşünenlerin çoğunlukta olduğunun fark ederek sorgulamayı sürdürelim…
Bu hücrenin içinde oluşunuz bir yazgı mıdır?
Bir rastlantı olduğunu söyleyebilir miyiz?
Yoksa bir yanılsamadan mı söz ediyoruz?
Siz, kendinizin ya da sizden öncekilerin önermeleriyle oluşturduğu taş duvarların içine sıkışıp kalmış, o hücrenin içinden çıkmayı bir türlü beceremiyor, bir çıkış yolu bulabilmek için debeleniyorsanız, hatta umutlarınızı yitirmiş ya da yitirmek üzereyseniz, hiçbir şey yapmadan görünmez duvarların içinde üfleyip püflemek yerinde Richard Bach’ın ‘Hipnozcu’ adındaki romanını okumanızı öneriyorum; yazarın önerdiği çıkış yolu sizin çıkış yolunuz olmasa bile kendi çıkış yolunuzu bulmanıza katkısı olacaktır…
En azından görünmez duvarlarınızı yeniden sorgularsınız…

NOT: Bu yazı Famale Dergisi'nin (http://www.female.gen.tr) 2013 Nisan sayısındaki 'Simurg' köşesinde yayınlanmıştır. 

27 Mart


Çok zaman önce beyin ölümü gerçekleşen TİYATRO’nun organları başkalarına hayat veriyor; oyuncular dizi filmlerde başrollerden figürasyona kadar can damarı olmuş, tiyatro yazarları dizi film senaristlerinin yerini almış, yönetmenler dizilerde oyuncu koçluğu yapmaya başlamış, tiyatro salonları AVM ya da iş merkezlerine zemin yapılmış, tiyatro sahnelerinde dernek toplantıları ya da kişisel gelişim seminerleri düzenlenmekteymiş; ölümü gerçekleşen beyin ise diplomalı organ yetiştirmeye devam etmekte…

Bitiş Çizgisi...

Bazen…
Hiçbir sorun yok gibiyken bitiverir…
İşi olan işine gitmekte, işi olmayan evinde günlük işlerle uğraşmakta, işi olan da olmayan da zamanının bir kısmını internetin başında geçirmektedir; gelen elektronik posta, giden elektronik posta, spam elektronik posta, bir süre sörf, bir parça chat, derken sanal alemde oluşan yepyeni bir dünya…

Hiçbir sorun yok gibidir; ama ilk tanıştıkları günlerin üstünden uzun yıllar geçmiştir, gençlik heyecanlarından olgunluk yıllarına uzanırken, birbirinden güzel günlerin arasına acılar, hayal kırıklıkları, pişmanlıklar, dinmek bilmeyen bir öfkelilik, git gide ağırlaşan yaşam koşullarının kaldırılması zor yükü…
Hiçbir sorun yok gibidir; ama yaşamın en değerli günleri geride kaldığı halde bir türlü hayaller gerçekleşememiş, ufaktan ufağa hayallerin ne olduğu bile unutulmaya başlanmış, böyle bir dönemde en başa dönülemeyeceğini bilerek yaşamaya çalışmak fazlasıyla can acıtmakta…
Hiçbir sorun yok gibidir; ama para gün geçtikçe her şeyin yerini almış, bir gün okul taksiti olmuş, bir gün araba, mobilya, tatil, bilmem kaç kırat değerinde pırlanta, gün geçtikçe daha değerli markaların peşinde koşuşturmanın yarattığı yılgınlık…

Sabah ezanının gürültüsünde uyanmaya başladığın günlerin birinde sevdiğinin koynundan kalkar ve onu uyandırmamaya özen göstererek ayak parmaklarının ucunda dışarı çıkarsın. Diğer odadaki bilgisayarın başına geçerek, duvarın öteki tarafında uyuyan sevgiline mesaj yazmaktasındır. Aynı yatakta birbirinize sarılarak uyuduğunuz halde iki çift lafı söyleyemeyecek kadar yabancılaşmış, derdini iki satır elektronik postayla anlatabilmenin derdine düşmüşsündür...
Bir anda yaşadığın dünyanın darmadağın olduğunun fark edersin; toplamaya çalışırken attığın her adımda düşündüğünden daha fazla dağıldığını görürsün. Bu yıkımların en acısıdır! Ben nerede hata yapmışım diye düşünürken, ne hatayı bulabilirsin, ne de bunduğun hataları gidermeyi becerebilirsin; bitmiştir işte, ellerinin arasından kayarak bitiş şizgisinin öteki tarafında yitip gitmiştir…
Hiçbir sorun yok gibiyken…

NOT: Bu yazı Famale Dergisi'nin (http://www.female.gen.tr) 2013 Mart sayısındaki 'Simurg' köşesinde yayınlanmıştır. 

Bazen…
Sınırın öteki tarafın geçersin…
Belki dalgınlıktan, belki bilerek ya da isteyerek, belki yalnızca sınırın bir tarafında yaşamayı kendine yediremeyerek, belki de hiçbir şey düşünmeden öteki taraftaki sanal aleme ayağını uzatmışındır...
Bir heyecan işte!
İnsanın içini kıpır kıpır ettiren bir adrenalin!
Sınırın yakınlarında dolaşmaya izin vardır ama öteki tarafın yasak olduğu herkes tarafından bilinmektedir; Adem ile Hava’nın yasak meyveyi yiyişi gibi yılanın sözlerine kulağını tıkamadan, kendi aklında dolaştırdıklarını yılanın söylediğini varsayarak, cennetten kovulmayı göze alarak, bu dünyada cehennemi yaşamaya razı olarak öteki taraftaki sanal aleme ayağını uzatmışsındır…
Bir merak işte!
İnsanın içinde dizginleyemediği bir yaşama güdüsü!
Önce ayak parmakların…
Ayakların, bacakların, kolların…
Bedenin…
Aklın geride kalsa bile, gözlerin kulakların, burnun ve dudaklarınla sınırın öteki tarafındasındır…

İlk anda bir panik…
Çok geçmeden bir kanıksama durumu…
Öteki taraftaki sanal alemden seni çağırmaya başlayan sese doğru yaklaşmaya başlarsın; nasıl kışkırtıcı bir ses; dinamik, coşku dolu, heyecan verici; her çıkardığı ses kulaklarında defalarca yankılanmakta…
Kalbini alıp getirmişsindir ama aklını öteki tarafta bıraktığından kendine kızarsın…
Çok geçmeden seni çağıran sese kavuşacaksındır; üç aşağı beş yukarı düşündüğün gibidir, seni hayaller dünyasına uçuran tınısı kulaklarına yankılanmakta, bir ömür boyunca da yankılanacak gibi görünmektedir…
Aklın başına geri dönünce sınırın öteki tarafındaki sanal alem bambaşka bir hal alır; gerçeklerle yüzleşmeye başladığında güvenini yitirir, zavallılaşır, çaresizleşirsin; seni sınırın öteki tarafına taşıyan sesten yardımcı olması için bir şeyler duymak istersin; ne yazık ki ürkütücü bir sessizlik vardır…
Kapkara bir sessizlik…
Çıt yok…
Senden başkasının nefesi duyulmamaktadır…
Tek başınasındır…
Ne yapacağını bilememektesindir…
Hiçbir şey olmamışçasına geldiğin yere geri dönmeyi istersin ama çok şey değişmiştir bir kere…
En azından sınırın diğer tarafı da sessizleşmiştir; cennet sessiz, cehennem sessiz, Adem sessiz, Hava sessiz; yasak meyvenin ağacı ise hiç konuşmamıştır zaten…
Yılan ise kıvrıla kıvrıla uzaklaşmaktadır…

NOT: Bu yazı Famale Dergisi'nin (http://www.female.gen.tr) 2013 Şubat sayısındaki 'Simurg' köşesinde yayınlanmıştır. 

Hamilelik Halleri...


Bir lokantada yemeğimin son lokmalarını atıştırmaktaydım…
Oturduğum yere doğru genç bir kadın yaklaştı. Genç kadın hamile; zayıf, çıtı pıtı, göbeğinde kocaman bir şişkinlik; doğurmasına fazla zaman kalmamış; en fazlasından iki ay. Peşindeki garsonun yönlendirmesiyle yakınlarımdaki masalardan birine oturdu; sırtı bana dönük…
Aradan biraz zaman geçiyor…
Elleri servis tabaklarıyla dolu olan garsondan hesabı istediğimi anlatan bir işaret yapıyorum. Beni anladığını belirten bir baş hareketiyle karşılık veren garson elindeki tabakları hamile kadının masasına bırakıyor; kocaman bir dilim lazanya, sekiz dokuz adet yaprak sarma, tabağın kenarında yoğurt, ayrıca yoğurtlu semizotu salatası…
Kadının masasına ikinci bir servis açılmamış; hepsini kendisi için söylemiş olmalı; ben kadının söylediklerinin üçte biriyle karnımı doyurdum…
Hamile kadın bütün kibarlığıyla lazanyasını kenarından tırtıklamaya başladığı garson hesabımı getiriyor. Kredi kartını uzatıyorum. Garson yeniden dönene kadar kadını izliyorum; lazanyanın yarısını midesine indirmiş durumda… Başka bir garson hamile kadına meşrubat getiriyor; önce masaya bırakıyor, sonra meşrubatı açarak bardağına dolduruyor… Benim garsonum kredi kartını ve ödeme fişini getiriyor. Kredi kartını cüzdanıma yerleştirdikten sonra hemen lokantayı terk etmek niyetindeyim.
Ani bir kararla, “Bir çay verir misin?” diyerek hamile kadını izlemeyi sürdürmek için kendime bir çay içimi zaman tanıyorum.
Çayım geldiğinde yoğurtlu semizotu salatasının yarısı yenilmiş, lazanyanın sonuna yaklaşılmış, birkaç dolma daha tabağından eksilmiş durumdaydı. Çatalındaki bir lazanya parçasının masaya dökülmesiyle bir anlık dağınıklık yaşandı; sonrasında yemeye devam…
Hamile kadını bu kadar yemeği yemek zorunda bırakan içindeki canavarı düşündüm; durmadan istiyordu; genç kadını kölesi haline dönüştürmüştü; “Yemek istiyorum!” diye attığı çığlıklar genç kadının tüm kılcal damarlarında yankılanıyordu; “Bundan sonra senin adın anne olsun, hep karnımı doyur, beni hep sev, sevgi göster, ilgi göster, şefkat göster…” diye yaptıkları telkinler beynindeki loplarda yuvalanmıştı…
Çayımın sonu geldiğinde, lazanya tamamıyla tüketilmiş, semizotu salatası bitti bitecek, meşrubatın üçte biri içilmiş, dolmaların sonuna yaklaşıldığında meşrubatın takviyesiyle tamamı yenilecek ve içilecekti; lokantanın üzerine dondurma konulmuş irmik helvası müşterileri tarafından bilinen bir gerçekti; sıra ona da gelecekti…
Genç kadının içindeki canavara kızarak lokantayı terk ettim…

NOT: Bu yazı Famale Dergisi'nin (http://www.female.gen.tr) 2013 Ocak sayısındaki 'Simurg' köşesinde yayınlanmıştır. 

Daha Yeni Kayıtlar Önceki Kayıtlar Ana Sayfa