Blogger Template by Blogcrowds

8.850 metre…

Bir zamanlar insanoğlunun bu kadar yüksekliğe çıkabileceğine kimseler inanmazdı. Elli milyon yıllık Everest Dağı’nın zirvesine 1953 yılında Edmund Hillary ile Şerpa Tenzing Norgay’ın oksijen destekli çıkışıyla efsane sona erdi. Bir başka efsane ise insanoğlunun oksijen desteği olmadan o kadar yükseklikte yaşayamayacağıyla ilgiliydi. Bu kez 1978 yılında kendi nefesiyle zirveye ulaşan iki dağcı yanlış bir bilgiyi daha tarihe gömdü.


On beş yıl öncesinin tarih sayfalarında dünyanın en yüksek zirvesine ulaşabilen Türk dağcıların adı bulunmazdı. 1995 yılında Nasuh Mahruki ilk Türk ve Müslüman dağcı olarak adını yazdırdı. Ona başka Türk dağcıları eklendi. Bu yıl da Antalya’nın tanınmış dağcılarından Yılmaz Sevgül’le beraber ikinci kez zirveye tırmanarak yeni bir tarihi başarıya imza attılar.

Bir Antalya firması olan Cantek’in sponsorluğunda gerçekleşen 2010 Everest Ekspedisyonu Türkiye genelinde ilgiyle izledi. İki ay süren tırmanışın her aşaması ulusal medyada haber olarak gündeme geldi. Bu ekspedisyonun çeşitli aşamalarında dağcılarımızla beraberdim; hatta ana kampa kadar uzanan zorlu bir trekkinge katılarak 5.350 metreye kadar onlarla birlikte tırmandım. Yol boyunca aklımdan uzaklaştıramadığım bir soru vardı.

Neden dağcılık?

Antalya Sanayici ve İşadamları Derneği’nin bünyesindeki bir toplantıda “Sizleri dağlarda bekleyen en büyük tehlike nedir?” diye sorulmuştu.

Nasuh Mahruki de “Ölürsünüz,” diye net bir yanıt vermişti.

İnsan ucunda ölüm olan sporla neden uğraşır ki?

Bir seferinde de “Neden yüksek adrenalin içerek sporları seviyorsunuz?” diye soruldu.

“Ben yüksek adrenalini değil, dağcılıkla uğraşmayı seviyorum. O sporun içinde adrenalin bulunduğu için de zorunlu olarak katlanıyorum,” diye yanıtladı.

Bu kadar basit mi?

İki Türk dağcısı Everest’in zirvesine ulaşabilmek için ölümlerin yaşandığı Khumbu Buzulu’ndan defalarda geçtiler. Dev serakların arasından ya da geniş buzul çatlaklarının üstünden geçerken ölümün nefesi peşlerindeydi. Birçok dağcı ise buzuldaki tehlikeyi gözleriyle görünce tırmanışa başlamadan evine geri döndü. İlk Khumbu Buzulu’ndan geçişlerinde Yılmaz Sevgül ölümle karşı karşıya kaldı. Bir süre sonra onun kadar şanslı olmayan bir dağcının cansız bedeniyle karşılaştılar. Son anda ölümden dönenlere tanık oldular. El ya da ayak parmakları her an donabilirdi. Günlerce yıkanmadılar. Haftalarca sevdiklerinden uzak kaldılar. Hijyen olmayan koşullarda karınlarını doyurdular. Bir uçurumun kenarında sabit hatlarla bağlantısını koparan Nasuh Mahruki, 7.000 metre yükseklikte ve -30 derece soğukta, bir buz çatlağının içinde geceyi geçirmek zorunda kaldı. İki ay süren çabalarının karşılığı olarak 23 Mayıs 2010 tarihinde Everest Dağı’nın zirvesine ulaştılar.

Üç beden ufalmış olarak Türkiye’ye döndüklerinde “Bu kadar risk ve eziyete neden katlanıyorsunuz?” diye sormadan duramadım.

“Biz dağlarda olmayı seviyoruz,” diyip geçtiler.

Edmund Hillary’ye “Neden Everest?” sorusunu yönelttikleri zaman da verdiği yanıt farklı olmamış.

“Orada duruyordu…”


NOT: Bu yazı Female Dergisi'nin Simurg Köşesi (http://www.female.gen.tr/) Ekim 2010 sayısında yayınlanmıştır...

Fikrim…

“Sadece sizin anlattıklarınıza inandım…”

Bir grup geniş şapkalı gerilla paçalarını sıvamış bir halde sığ sularda yürüyor; güneş tepede; sıcak düşmandan daha fazla zorluyor; kimi kalaşnikofunu kayışından sırtına asmış, kimi omuzlarına dayadığı silahına kollarını dolamış, birçoğu botlarını eline almış, en arkadaki gerilla ise İspanyol gitarını kutusuyla birlikte omuzlarının üstünde taşıyor; hep beraber bir hayal uğruna ilerliyorlar…
Bir bar sahnesinin fonunu oluşturan fotoğraftaki gerillaların en arkada yürüyeni gerçek bir insanın boyutunda; öne doğru nesneler ufalıyor; siyah beyaz fotoğrafın sol üst köşesinde ‘Sadece sizin anlattıklarınıza inandım…’ yazmakta…
Fikrim Bar’a her gidişimde sözümü ettiğim fotoğrafa gözüm takılıyor, eğer ayık gittiysem sarhoş olana kadar izliyor, sarhoşsam da gerillaların arasına karışıp, ne ve kim için sürdüğünü bilmediğim savaşın romantik tınılarına kendimi bırakıyorum…
Bu gece doğum günümü kutlamak üzere, en yakın dostlarımdan Mehmet Çevik ve dünya tatlısı bir arkadaşımla Fikrim Bar’a gidecektik. Birini otobüs terminalinde, diğerini hava limanında karşıladıktan sonra Hamamönü Mahallesinde öğrenciliğimizin geçtiği gecekondumuza uğradık. O ev yıkılmaya yüz tutmuştu! Üstünden çeyrek yüzyıl geçen anılarımız ise dipdiriydi! Birkaçını yeniden anımsadıktan sonra kendine özgü yorumlarıyla tanınan Grup Kibele’yi dinlemek üzere Sakarya Caddesi’nde yöneldik…
Bu bar yaşamımdaki boşlukların en büyüğüyle boğuşurken karşıma çıkmıştı. İlk kez eski 45’likleri dinlemeye götüren bir arkadaşımın katkısıyla boşluğun büyümesi durmuş, orada tanıştığım başka bir arkadaşımla da içi dolmaya başlamıştı. O yıllarda salı gecelerimiz oldukça renkli geçiyordu. Son yıllarda Fikrim Bar’ın adresi değişti. Salı gecelerindeki eski 45’liklerin yerini Cuma ve cumartesi gecelerinin Grup Kibele’si aldı…
Fikrim Bar’ın kapısına ulaştığımızda saatler 20.30 civarındaydı…
Bir an için kapıdaki görevlinin “Ne yazık ki yerimiz yok!” uyarısı soğuk duş etkisi yarattı.
“Ben Kibele’yi dinlemek için Adana’dan uçakla geldim! Bana Rezan’ı çağırın,” diyen Mehmet’in tepkisiyle yer sorunumuz kolayca aşıldı.
İlk olarak uzak bir köşeye, çok geçmeden de sahnedekileri keyifle izleyebileceğimiz bir masaya alındık. Müzik arasında sohbetimize katılan Grup Kibele’nin erkek vokalisti Razan Bilgin’in Kürt kökenli, bayan vokalisti Tuğçe Çolpan’ın da balkanlardan geldiğini öğrendik. Klarneti çalan Roman’dı. Türkiye’nin renkli mozaiği siyah beyaz fotoğrafın önündeki küçücük sahnede bile kendini gösteriyordu. ‘Bereket’ adında bir albümü bulunan grubun Türkçe, Kürtçe, Zazaca ve Farsça halk şarkılarından oluşturdukları repertuarlarından etkilenmemek olanaksız! Her yörenin müzikleri dinlediğimiz, kimi zaman etnik ağıtların büyüsüne kendimizi kaptırdığımız, kimi zaman arabeskin baba şarkılarıyla hüzünlendiğimiz, bazen Roman havalarında göbek attığımız ya da farklı yörelerin halaylarıyla masaların arasında dolandığımız saatler hızla tükeniverdi.
Saat 22.45 civarında doğum gününün üstünden tamı tamına kırk yedi yıl geçtiğini anımsadım; doğduğum kasabanın elektrikleri saat 22.00’de kesilirmiş, o gece ise 22.30’a kadar kesilmemiş, ilk bebeğinin doğum sancılarıyla zor saatler geçiren annem elinden geleni yaptığı halde elektrikler kesilmeden beni dünyaya getirmeyi başaramamış, mum aydınlığında dünyaya gelmiş ve onun söylediğine göre ışığımda dünyayı aydınlatmaya başlamışım…
Bir ara sahneye davet edilen Mehmet, doğum günüm ve dostluğumuz hakkındaki güzel sözler söylemeye başladı. ‘Sadece sizin anlattıklarınıza inandım…’ sözünden yola çıkarak güzel bir şiir okudu. Bu arada iç içe geçmiş masalarda yeni arkadaşlıklar filizleniyordu. Saat 03.00 civarında Fikrim Bar’dan ayrıldığımızda bir yaş daha büyümüştüm. Alkol kontrolüne takılmadan evime gitmeye çalışırken aklımda hala siyah beyaz fotoğrafın sol üst köşesindeki söz vardı:
“Sadece sizin anlattıklarınıza inandım…”



Canlı Yayın...

Yayından önce karaladıklarım:

11.10.2010
Kocaeli Tv'de saat 22.00'de yayınlanan "Gecenin Yüzü" programında canlı yayındayım; programın yapımcısı ve sunucusu Mehmet Çevik...
27 yıllık dostumla bir televizyon ekranının karşısında sohbet edeceğiz; bizi tanıyan ya da tanımayan, dostluğumuzu bilen ya da bilmeyen, en azından ilgisini çekenlerin haberi olsun...



Yayından sonra karaladıklarım...

Bir tedirginlik var tabi…
İlk kez canlı yayına çıkacaktım, yayın bir saat boyunca devam edecek, bir saat boyunca kim olduğunu bilmediğim ve beni niye izlediğini bilemediğim seyircilere kendimi anlatmaya çalışacaktım…
Her ne kadar programın yapımcısı ve sunucusu Mehmet Çevik’le yakın arkadaşlığım ya da kamera karşısındaki deneyimlerim karşılaşabileceğim sorunları çözmekte yeterli olacağını bildiğim halde yaşadığım heyecanı dizginlemeye gücüm yetmiyordu…
“Ne soracaksın Mehmet?”
“Programda görürsün!”
“Kabus gibi!
Bir televizyon kamerasının merceğine bakarak kem küm etmek istemiyorum!
Yayından önce deniz kenarında keyifli bir akşam yemeği yedik, bir süre şehir meydanında dolaştık, onun evine kıyafetlerimizi değiştirdikten sonra Kocaeli Tv’nin yayın yaptığı binaya gittik…
Patronun odasındayız; televizyon kanalının başındaki patronun oğluyla kısa bir sohbet, birer çay, birer soda…
Stüdyodayız; çalışanlarla selamlaşma, mikrofonların bağlanması, ufak bir ışık ayarı; parmaklarımın arasındaki tükenmez kalem ufak taklalar atıyor…
On, dokuz, sekiz…
Bu andan sonra geriye dönüş yok…
Yedi, altı, beş, dört…
Boş veriyorum heyecan yapmayı; her şey olacağına varır nasıl olsa…
Üç, iki, bir…
Kameralar Mehmet’in üstünden canlı yayına başlıyor. Mehmet bir şeyler söylüyor. Ben monitörden Mehmet’in söylediklerini izlerken heyecanımın ilk etkisi kayboluyor. Birkaç yarım yamalak cümlemden sonra stüdyoyu terk eden heyecanım kapının önünde sigarasını tüttürdüğünü duyumsuyorum. Bir saatlik konuşmamız da su gibi akıp gidiyor; sıkılmadan, yorulmadan; sakin bir akış içinde; yıllardır hep aynısını yaparmış gibi…



http://www.facebook.com/#!/video/video.php?v=1447721708225&comments&po=1&notif_t=video_comment

Daha Yeni Kayıtlar Önceki Kayıtlar Ana Sayfa