Erkekliğe doğru bir adım daha…
Bu günlerde oğlum kendinden biraz daha küçük bir kıza aşık oldu; biraz daha düşünceli, biraz daha durgun, biraz daha suskun…
Bir türlü giydiği kıyafetleri üstüne yakıştıramıyor; birini çıkarıp diğerini deniyor; her zamankinden biraz daha temiz, biraz daha titiz…
Artık facebook’unda Amerikan futbolu oynayanların yerinde aşkı anlatan animasyonlar var; aşk filmleri izliyor; aşkı konuşmak, hiç kimsenin böyle sevmediğini ve sevilmediğini anlatmak istiyor…
Her anını sevdiği kızla geçirmeye çalışıyor; onun sokağa çıkacağı anı kapısının önünde bekliyor, onunla saatler boyunca hiçbir şey yapmadan durabiliyor, bir plastik topu saatlerce ona atmaktan yorulmuyor, onun basketbol oynarken yaptığı becerisizlikleri görmezlikten geliyor; bir güzel sözünün uğruna yapamayacağı fedakarlık yok…
O tür duygularınızı anımsar gibi oldunuz mu?
Bu durum bağımsızlaşmasının en büyük göstergesi gibi görünse de daha büyük bir deneyimi dün gece yaşadı. Bir iş gereği iki günlüğüne seyahate çıkmak zorundaydım. Onu da yanımda götürebilirdim. Böyle yapmak yerine iki geceyi ben olmadan geçirip geçiremeyeceğini sordum.
Hiç düşünmeden “Tamam,” dedi.
Tamamsa, tamam!
İçgüdüsel bir davranışla buzdolabını yiyecek ve içecekle doldurdum. Bu kadarıyla da yetinmeyerek üniversite günlerinden sonra ilk kez mercimek çorbası yapmayı denedim…
O yıllarda iki göz odası olan bir gecekonduda kalıyorduk. Suyumuzu mahallenin çeşmesinden alıyor, elektriğimizi kaçak kullanıyor, bu yüzden ısınmak ve yemek yapmak için elektrik ocağından faydalanıyorduk. Çok sık rezistansları bozulan ocağın üstünde su dolu bir tencere, içinde zıplayan kırmızı mercimek taneleri, aradan geçen saatler, kırmızı tanecikler hal değiştirerek yoğun bir sarı sıvıya dönüşmekte, tuz, yağ, biber derken tadını bulmakta, bazen fantezi niyetine kimyon koyarsın, bazen tarçın…
Bu kez doğal gazla çalışan ocağın üstüne kocaman bir tencere yerleştirdim. İçine dört litre su doldurdum. Su kaynamaya başlayınca bir kilogram kırmızı mercimeği tencereye boşalttım. Bu sırada internetteki yemek tarifleri aklıma geldi. İlk olarak mercimeği yıkamak, ince doğranmış soğanları yağ ve salçayla kavurmak gerekirmiş. Bunları yapmak için geç kalmıştım. Tariflerle zaman yitirmek yerine bildiğim gibi pişirmeye devam ettim; göz kararı zeytinyağı, göz kararı salça, bir tutam kırmızıbiber…
Sarıya dönerek şişmeye başlayan mercimek taneleri tencereye sığmaz oldu. Bir kısmını ikinci tencereye aktararak iki tencere mercimeği bir arada kaynatmaya başladım. Aradan saatler geçtiği halde istediğim kıvamı elde edemiyordum. Bu sırada tencerelerin kapağını açıyor, dibi tutmasın diye karıştırıyor, ama fokurdayarak kendini dışarı atmaya çalışan çorba damlacıklarına engel olamıyordum; bir kısmı fayans duvara, bir kısmı yerdeki seramik zemine sıçrarken, en acı vereniyse parmağıma ve koluma gelen iki damla…
Bu arada otobüsümün saati iyice yaklaşmıştı. Göz kararı tuz ile cam kavanozun dibindeki naneyi iki tencere mercimeğe paylaştırdıktan sonra ocağın üstünden tencereleri aldım. Oğlumla beraber tuzunu fazla kaçırdığım çorbadan birer tabak içtik. Bu arada neden onu bırakarak işe gittiğimi sordu.
“Bana çok çalışmalısın, çok para kazanmalısın, diyorsun ya! Ben de senin dediğini yapıyorum,” dedim.
Söylediklerinin önemsenmesi hoşuna gitti.
Yalnız kalmaktan korkup korkmadığını sordum. Korkmadığından kesinlikle emindi! Hatta otobüsümü kaçırmamam için beni uyardı. Eşyalarımı toplamama yardımcı oldu. Beni merdivenlerin başına kadar uğurladı. Birbirimize sıkıca sarıldıktan sonra basamakları koşar adımlarla inmeye başladım.
“Seni çok seviyorum!” diye arkamdan seslendi.
Alt koridorların birinde oğlumu görebileceğim bir açıda durdum.
“Ben de seni çok seviyorum!” diye karşılık verdikten sonra apartmanı hızla terk ettim.
Şu anda Silifke’deyim…
Bir çay bahçesine oturmuş, bu satırları yazıyorum…
Bu arada ona “Ne yapıyorsun?” diye bir mesaj çektim.
O da “Evdeyim, saat beşte dışarı çıkacağım,” diye bir mesaj gönderdi.
Her şey yerli yerindeydi!
Yaşamın tenceresinde birçok şey bir arada kaynayabiliyor; bazen aşk, bazen iş, bazen gençlik, bazen annelik ya da babalık birbirine karışıyor…
Mercimek çorbası yapar gibi; bazen malzemeler yıkanmadan tencereye atılıyor, bazen tencerelere sığmıyor, bazen soğanı unutuluyor, bazen tuzu fazla kaçıyor…
En önemlisi ise kaynayan tencereden aldığın bir kaşık çorbayı üflemeden yemeye çalıştığında feci bir halde ağzını yakıyor…
Yaşamak böyle bir şey galiba…
Bu günlerde oğlum kendinden biraz daha küçük bir kıza aşık oldu; biraz daha düşünceli, biraz daha durgun, biraz daha suskun…
Bir türlü giydiği kıyafetleri üstüne yakıştıramıyor; birini çıkarıp diğerini deniyor; her zamankinden biraz daha temiz, biraz daha titiz…
Artık facebook’unda Amerikan futbolu oynayanların yerinde aşkı anlatan animasyonlar var; aşk filmleri izliyor; aşkı konuşmak, hiç kimsenin böyle sevmediğini ve sevilmediğini anlatmak istiyor…
Her anını sevdiği kızla geçirmeye çalışıyor; onun sokağa çıkacağı anı kapısının önünde bekliyor, onunla saatler boyunca hiçbir şey yapmadan durabiliyor, bir plastik topu saatlerce ona atmaktan yorulmuyor, onun basketbol oynarken yaptığı becerisizlikleri görmezlikten geliyor; bir güzel sözünün uğruna yapamayacağı fedakarlık yok…
O tür duygularınızı anımsar gibi oldunuz mu?
Bu durum bağımsızlaşmasının en büyük göstergesi gibi görünse de daha büyük bir deneyimi dün gece yaşadı. Bir iş gereği iki günlüğüne seyahate çıkmak zorundaydım. Onu da yanımda götürebilirdim. Böyle yapmak yerine iki geceyi ben olmadan geçirip geçiremeyeceğini sordum.
Hiç düşünmeden “Tamam,” dedi.
Tamamsa, tamam!
İçgüdüsel bir davranışla buzdolabını yiyecek ve içecekle doldurdum. Bu kadarıyla da yetinmeyerek üniversite günlerinden sonra ilk kez mercimek çorbası yapmayı denedim…
O yıllarda iki göz odası olan bir gecekonduda kalıyorduk. Suyumuzu mahallenin çeşmesinden alıyor, elektriğimizi kaçak kullanıyor, bu yüzden ısınmak ve yemek yapmak için elektrik ocağından faydalanıyorduk. Çok sık rezistansları bozulan ocağın üstünde su dolu bir tencere, içinde zıplayan kırmızı mercimek taneleri, aradan geçen saatler, kırmızı tanecikler hal değiştirerek yoğun bir sarı sıvıya dönüşmekte, tuz, yağ, biber derken tadını bulmakta, bazen fantezi niyetine kimyon koyarsın, bazen tarçın…
Bu kez doğal gazla çalışan ocağın üstüne kocaman bir tencere yerleştirdim. İçine dört litre su doldurdum. Su kaynamaya başlayınca bir kilogram kırmızı mercimeği tencereye boşalttım. Bu sırada internetteki yemek tarifleri aklıma geldi. İlk olarak mercimeği yıkamak, ince doğranmış soğanları yağ ve salçayla kavurmak gerekirmiş. Bunları yapmak için geç kalmıştım. Tariflerle zaman yitirmek yerine bildiğim gibi pişirmeye devam ettim; göz kararı zeytinyağı, göz kararı salça, bir tutam kırmızıbiber…
Sarıya dönerek şişmeye başlayan mercimek taneleri tencereye sığmaz oldu. Bir kısmını ikinci tencereye aktararak iki tencere mercimeği bir arada kaynatmaya başladım. Aradan saatler geçtiği halde istediğim kıvamı elde edemiyordum. Bu sırada tencerelerin kapağını açıyor, dibi tutmasın diye karıştırıyor, ama fokurdayarak kendini dışarı atmaya çalışan çorba damlacıklarına engel olamıyordum; bir kısmı fayans duvara, bir kısmı yerdeki seramik zemine sıçrarken, en acı vereniyse parmağıma ve koluma gelen iki damla…
Bu arada otobüsümün saati iyice yaklaşmıştı. Göz kararı tuz ile cam kavanozun dibindeki naneyi iki tencere mercimeğe paylaştırdıktan sonra ocağın üstünden tencereleri aldım. Oğlumla beraber tuzunu fazla kaçırdığım çorbadan birer tabak içtik. Bu arada neden onu bırakarak işe gittiğimi sordu.
“Bana çok çalışmalısın, çok para kazanmalısın, diyorsun ya! Ben de senin dediğini yapıyorum,” dedim.
Söylediklerinin önemsenmesi hoşuna gitti.
Yalnız kalmaktan korkup korkmadığını sordum. Korkmadığından kesinlikle emindi! Hatta otobüsümü kaçırmamam için beni uyardı. Eşyalarımı toplamama yardımcı oldu. Beni merdivenlerin başına kadar uğurladı. Birbirimize sıkıca sarıldıktan sonra basamakları koşar adımlarla inmeye başladım.
“Seni çok seviyorum!” diye arkamdan seslendi.
Alt koridorların birinde oğlumu görebileceğim bir açıda durdum.
“Ben de seni çok seviyorum!” diye karşılık verdikten sonra apartmanı hızla terk ettim.
Şu anda Silifke’deyim…
Bir çay bahçesine oturmuş, bu satırları yazıyorum…
Bu arada ona “Ne yapıyorsun?” diye bir mesaj çektim.
O da “Evdeyim, saat beşte dışarı çıkacağım,” diye bir mesaj gönderdi.
Her şey yerli yerindeydi!
Yaşamın tenceresinde birçok şey bir arada kaynayabiliyor; bazen aşk, bazen iş, bazen gençlik, bazen annelik ya da babalık birbirine karışıyor…
Mercimek çorbası yapar gibi; bazen malzemeler yıkanmadan tencereye atılıyor, bazen tencerelere sığmıyor, bazen soğanı unutuluyor, bazen tuzu fazla kaçıyor…
En önemlisi ise kaynayan tencereden aldığın bir kaşık çorbayı üflemeden yemeye çalıştığında feci bir halde ağzını yakıyor…
Yaşamak böyle bir şey galiba…
Etiketler: TUTKUN'UM
Sonraki Kayıt Önceki Kayıt Ana Sayfa
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Gülümsettin beni baba, fotolar içimi sızlattı ne şahane bir adam oluyor bu yahu bunu sıklıkla kendime tekrarlasamda yetmiyor! anlama hızım geri kalıyor..
Çok değerli bir gence sahip olmak; gerçekten çok şanslıyız..
İkinizide çok seviyor ve bayılıyorum..
Zamandan Sızan dedi ki...
Perşembe, 15 Temmuz, 2010