Blogger Template by Blogcrowds

Yaz sezonu boyunca sürdürdüğüm ‘Everest 2010 Ekspedisyonu’ yazı dizisini bir aşkın son öyküsüyle noktalıyorum…


İki motorlu küçücük bir uçağın içindeydim. Bagaj kapasitesi yeterli olmadığından sırt çantalarımızı koridora yığmıştık. Uçağın yoğun gürültüsünden etkilenmemek için kulaklarımıza pamuk tıkamış, her an bir aksilik yaşanacakmış düşüncesinden uzaklaşmaya çalışarak Himalayaların yüksek dağlarına bakmaktaydık. Katmandu’daki Tribhuvan Havaalanı’ndan Lukla’ya doğru uzanan yolu yarılamıştık. Bir ara koridordaki sırt çantamın içinde kıpırdar gibi oldu. Tam olarak onun olduğundan emin olamadığım halde uçaktaki varlığını kaygıyla duyumsadım.

8000’lik bir dağın yakınlarında uçarken ‘Hadi canım!’ diye kendimi sakinleştirmeye çalıştım. ‘Benimle beraber yedi-sekiz saat uçak yolculuğu yaparak buralara kadar gelmiş olamaz; gelseydi bile iki gündür dolaştığım Katmandu’da farkına varırdım, en azından Türkiye’de bıraktığıma öyle emindim ki…’

Onu fark ettiğimi belli etmemeye çalışarak Lukla’daki Edmund Hillary Havaalanı’nı kadar uçtuk. Yüksek dağların gölgesinde kahvaltımızı yaparken huzursuzluğum git gide artmaktaydı. Zorlu yürüyüşe başlamamızın zamanı gelmişti. Son hazırlıklarımızı yaparken sırt çantamın bir köşesinde benimle birlikte geldiğinden emin oldum. Bir süre önce özelliğini kaybetmiş, değerini yitirmiş, yerlerde sürüm sürüm sürünmüş, yataklarda inim inim inlemiş bir aşk, üşenmeden ve utanmadan benimle beraber Nepal’e kadar gelmeye cesaret etmişti…

İlk günlerdeki bahar kokusunun ekşimiş sirkeye dönüştüğü bir aşkı bavuluma kim koydu?

Ben Türkiye’de bavulumu yerleştirirken, rakı masalarındaki sohbetlere meze edilen, şarap kadehleri yudumlanırken dedikodusu yapılan, bira muhabbetleri arasında geçmişine gülünen bir aşkın haberim olmadan eşyalarımın içine gizlenebilmesi olası mıydı?

Bir asit misali kendisini ve çevresini yok ederken yok olan aşkımı termal iç çamaşırlarla trekking pantolonlarımın arasına yanlışlıkla yerleştirmiş olabilir miydim?

Bir samurayın kılıcıyla öldürücü darbeyi vurmak yerine lime lime yüreğimi doğramayı tercih eden aşkı bavulumun içine özellikle mi bıraktılar?

Bilemedim…

Bu saatten sonra ayrıntılarını bilmenin, ne ona, ne de bana bir faydası yoktu…

Bir bilinmezliğe doğru birlikte tırmanmaya başladık. Onu uygun bulduğum bir yerde bırakarak yoluma devam edecektim. Sağıma soluma bakınarak ilerliyordum. O ise umursamadan çevrenin tadını çıkarmaya çalışıyor, hiçbir şey yokmuş gibi davranıyor, bazen gülüyor, bazen meraklı sorular soruyor, bazen de duygulu sözler söyleyerek yolculuğunu sürdürüyordu. Bu aşkın binlerce metre yükseklikte bana nasıl eşlik edebildiğini şaşkınlıkla izliyordum. Everest’in eteklerinde yollar uzundu, yollar bozuktu, her gün bir öncekinden daha katlanılmaz oluyordu…

İlk kez deniz seviyesinde karşıma çıkan aşkın, her tırmandığımız yükseklikte nefessiz kalarak boğulacağını sandım. İki kişinin yan yana yürüyemediği uçurumların kenarında ayağının kayıp düşmesini bekledim. Dudh Koshi Nadi’nin etrafındaki ormanlarda sonsuza kadar kaybolması için dualar ettim. Namche Köprüsü’nden geçerken ellerimle aşağıya itmek istedim. Hijyenden uzak lodge’larda hastalık kaparak telef olacağını günleri umutla bekledim…

En sonunda arkasından oyunlar çevirmekle ya da işi Allah’a havale ederek zaman yitirdiğimi anladım. O aşk akmış, kokmuş, çürümüş, çürümüşlüğü sağa sola bulaşmış olsa da benim tek aşkımdı. Onu gerçekten terk etmediğim sürece ayrılabilmemiz olanaksızdı. Bu düşünceyle veda edebileceğim uygun bir yer bulmaya çalıştım: 4830 metredeki Thokla Geçidi’nde ilerlerken, dağlarda ölenlerin anısına düzenlenmiş anıt mezarlarla karşılaştık. Bir zamanlar her şey sayılan, çoktandır hiçbir şeye dönüşmüş aşkımı, Khumbu Buzulu’nun üstüne kurulmuş anıt mezarların bir köşesine bırakabilirdim. Ben ise daha yukarılarda uygun bir yer aramayı tercih ettim. Son tırmanış noktası olan 5364 metre yükseklikte Everest Ana Kampı ayrılık için anlamlı sayılabilirdi. O anki hedefe ulaşmanın curcunası içinde vedalaşmak uygun düşmedi. Ertesi gün 5500 metre yükseklikteki Kala Patthar Tepesi’ne yapılacak tırmanışta ayrılmayı düşünüyordum. Akut dağ hastalığına yakalandığım için bunu da yapamadım…

Ölüm ve yaşamı düşünerek geçirdiğim son geceyi başucumda tedirgin gözlerle izleyen, benim için dua eden, üzülen, acı çeken aşkımı nereye bırakacağıma karar vermiştim. O yolculukları seven bir aşk olduğuna göre yarı yolda bırakmak doğru olmayacaktı. Sekiz gün süren tırmanışımız boyunca peşimi bırakmayan aşkıma birkaç gün daha katlanabilirdim. Üç günlük dönüş yolculuğunda yanımızdakilerden uzaklaşarak baş başa kaldık, biraz eski günlerden sohbet ettik, biraz hüzünlendik, biraz hesaplaştık, bir ara kavga bile ettik; eriyen buzulların coşturduğu Dudh Koshi Nadi’nin kenarında yürürken zaman su gibi akıp gitti…

En sonunda zorlu yürüyüşümüzü tamamlayarak Lukla’ya geri dönmüştük. O aşkın özgür ruhunu Himalayaların eteklerinde terk edecektim! Üç gündür el ele, kol kola olduğumuzdan bir kez daha birbirimize sarılmadık. Dünyanın en kısa pistlerinden birine sahip, belki de dünyanın tek eğimli Edmund Hillary Havaalanı’ndan gökyüzüne doğru süzülürken kendisine son kez el sallıyordum…

Neresinden bakarsan bak, acıyla karışık hüzün doluydu…

İster istemez de gözyaşı…

 
 
NOT: Bu yazı Famale Dergisi'nin Simurg köşesi (http://www.female.gen.tr/)  2010 Kasım sayısındaki 'Simurg' köşesinde yayınlanmıştır.

0 yorum:

Sonraki Kayıt Önceki Kayıt Ana Sayfa