Blogger Template by Blogcrowds


Nar Beach’de biramı yudumluyordum…
Ne zaman sona ereceğini bilemediğim gösteri, orta yaşlı bir kadının dudaklarındaki abartılı kırmızılığı fark edişimle başladı. O kadar insanın arasında onunki kadar kırmızıya boyanmış dudak yoktu. Bir sevimli çocuğu öptüğünde, çocuğun ömür boyunca unutamayacağı kadar çok kırmızılıktı! Her içtiği sigarada dudaklarının kalınlığı kadar iz bırakacak yoğunluktaydı! Gençlik yıllarındaki albenisini yitirmiş ya da yitirmeye başlamasının paniğiyle dudaklara sürülmüş bir kırmızılık gibi…

O dudak boyasının tonundaki taşlardan bir çift küpe; safir ya da yakut; üç kocaman taşın arasında ikişer küçük zincir halkası…
Yüzündeki makyaj ise olabildiğince sade, biraz fondöten, hepsi bu! Ya profesyonelce yedirildiğinden abartısı yansımıyor ya da dudaklarındaki boyanın gölgesinde kaldığından dikkat çekmiyor. Düz ve uzun kahverengi saçlarını sıradan siyah bir tokayla toplamış. Gerçek yaşını gösteren sıradan bir yüz, sıradan bir vücut ama sıranda olmayan bir çift göğüsle gösteri sürüyor. İpeksi bir beyaz bluz giymiş. Dudak boyasıyla aynı renkteki hırkası omuzlarını sarıyor. Önünü kapatmaya gereksinim duymamış. Bu hırka yaşına uygun giyindiğinin kanıtı gibi görünse de ortada bir göz yanılgısı var. İster istemez bakışlarınız kırmızının içindeki ipeksi beyazlığa, oradan da göğüslere yöneliyor. Daha fazla gösterinin tadını çıkarabilmek için oturduğu masaya doğru eğilmiş. Kollarının desteğiyle yükselen göğüsleri neredeyse ipeksi bluzundan dışarıya taşacak gibi görünüyor. O böyle bir taşkınlığın yaşanmayacağını biliyor! Yaşının ve bilemediğim yaşam anlayışının böyle bir gösteriye izin vermeyeceği açıkça ortada olduğu halde küçük gösterisini yaşamaktan ve yaşatmaktan da geri duramıyor.
Onu izlemeye başladığımdan beridir ikinci sigarasının dumanını tüttürüyor. Coşkulu kırmızılığın içinde tırnaklarını boyasız bırakmış. Neden dudaklarındaki boyanın renginde bir tırnak boyası kullanmamış ki? Elleri dudaklarından ya da göğüslerinden daha mı önemsiz? Parmakları biraz kalınca olduğundan mı? Başka bir küçük oyun da sigara içişinde var. Sigarasının dumanını gönderebileceği kadar derine çekiyor ve aynı nefesi üfleyebileceği kadar uzağa üflüyor. İlk fark ettiğinizde yüzünüze doğru üflediği izlenimine kapılıyorsunuz. Bir kareliğine yapılan bir hareket sanıyorsunuz, öyle değil, sigarasından çektiği her nefeste aynı zorlama yaşanıyor.
Yarım saatlik gösterisi dördüncü sigarasını kül tablasına söndürüşüyle sona eriyor. O sigara dumanının aldığı sonsuz biçimlerin arasında Nar Beach’den ayrılıyor. Ben de ondan geriye kalan renkleri ya da tavırları düşünerek bir bira daha içiyorum…

NOT: Bu yazı Female Dergisi'nin (www.female.gen.tr) Temmuz 2011 'Simurg' köşesinde yayınlanmıştır.


Bu ay dizi filmlerde başarılarıyla canlandırdığı karakterlerden tanıdığımız Mehmet Çevik’le sohbet ettik. Son iki yıldır kendisini Hanımın Çiftliği dizisinin Cemşir Ağa’sı olarak izliyorsunuz. Bu diziden önce Halil ile Menekşe’deki Hasan olarak ekranlarınıza gelmişti. Bir adım daha geriye gittiğimizde Sağır Oda’da dinci terörist Zahit karakteriyle karşımıza çıktı. Bu listeyi daha fazla uzatmak yerine dizi film dışında yaptığı işlerden de birkaç satır söz edelim: AÜ Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Tiyatro Bölümü’nden birlikte mezun olduğumuz Mehmet Çevik Kocaeli Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’nın deneyimli oyuncu ve yönetmenlerindendir. Tiyatro okullarına kazandırdığı yüz civarında öğrencisi de onun için başka bir gurur kaynağıdır.
Mehmet Çevik’i ‘çok başarılı bir oyuncu’ olarak anlatmak yerine ‘ezber bozan oyunculuk’ anlayışına dikkatinizi çekmeyi yeğlerim. Seyircinin ‘kötü adam’ tiplemesiyle kabullendiği bir oyuncuyu ilerleyen bölümlerde sempatiyle karşılanması olağan bir durum sayılmaz. Mehmet Çevik bunu başarabilen nadir oyunculardan biridir. Oyunculuğa yaklaşımındaki gerçekçiliği ve samimiyetiyle klişeleşmiş rolleri karakter boyutuna taşımakta hiç de zorlanmıyor. Bu yüzden izleyicilerin belleğinde kendisine kolaylıkla yer bulabilmiş. Böyle bir sanatçı, oyuncu ve insanı biraz daha yakından tanıyabilmeniz için konuşmaya başladık…
A.KADİR B.                         - Diziler bir toplumsal büyü gibi…
MEHMET ÇEVİK               - Bu ülkenin sosyal, geleneksel, ekonomik ve kültürel yapısı çoğunluğun evde kalmasını zorunlu kılıyor. Böyle bir süreçte evin içindekilerle iletişimsizlik kaçınılmaz oluyor. Herhangi bir nedenle televizyonun karşısına geçiyorsunuz. Bir süre sonra da yalnızlaşmaya başlayarak büyülü kutuda izlediğiniz hikayenin içinde kendinizi buluyor ve oradan çıkmak istemiyorsunuz.
A.KADİR B.                         - Senin büyülü kutudaki konumunu anlatır mısın?
MEHMET ÇEVİK               - Ben işimi bütün samimiyetimle ortaya koyanlardanım. Herkesin de aynı samimiyeti göstermesi gerekir. Sahici ve samimi bir katkı sağlamanın peşine düşünce yapmaya çalıştığınızın karşılığını alabiliyorsunuz.
A.KADİR B.                         - Oynadığın dizilerin uzun soluklu oluşu bir şans mı?
MEHMET ÇEVİK               - Şanslı mıyım bilmiyorum… Bir rol ile bir oyuncunun buluşması şansın göstergesi sayılabilir. Bu buluşmadan sonrası şansla anlatılamaz. Bundan sonrası için emek, hissediş, düşün ve samimiyet derinliği ister.
A.KADİR B.                         - Sağır Oda dizisindeki dinci terörist Zahit karakterinin sevilmesi altında bunlar mı var?
MEHMET ÇEVİK               - Galiba… O dizideki Zahit karakteri beş bölüm için yazılmıştı. Kısacık bir zaman diliminde kendini sevdiren bir karaktere dönüştü. Senarist arkadaşlar ‘Biz Zahit’le ilgili küçük bir hayal kurmuştuk, siz onu ütopyaya dönüştürdünüz,’ derken benim bildiğim gerçek çok daha basitti. Herkesin bir insani tarafı vardır. Ben oyuncu olarak Zahit’in insani tarafının peşine düştüm. O da Zahit’i ana karakterlerden birine taşıdı. Galiba en büyük etken bu, yoksa ütopya falan değil.
A.KADİR B.                         - Zahit’in başarısı yalnızca bununla mı sınırlı?
MEHMET ÇEVİK               -  Her suçta olduğu gibi, hiçbir başarı da yalnız oluşmuyor. Setin samimiyeti, paylaşım düzeyi ve hepsinden de önemlisi, kulakları çınlasın, yönetmen Serdar Akar’ın oyuncu olarak şahsıma inanması dizideki başarıyı getirmişti.
A.KADİR B.                         - ‘Halil ile Menekşe’ dizisinde de benzer bir süreç yaşandı mı?
MEHMET ÇEVİK               - Bu samimiyet genel bir bakış açısını kapsadığından doğrudan doğruya sonuca etki ediyor… Değişim insana aittir, bir madde değildir, insanda ve doğada olandır. Dolayısıyla klişe ve karikatürize edilmiş bir yargıdan yola çıkarak ‘Ben kötüyü oynuyorum!’ diye role yaklaşmıyorum. Bir karakterin olaylar karşısında değişmediğini düşünmek içinde bulunduğumuz sektörün en önemli yanlışlarındandır.
A.KADİR B.                         - Senin alışılagelmişin dışında bir oyunculuğun var.
MEHMET ÇEVİK               - Küçük karakterler yaşamın kendisidir. Hiçbir gerçekçi karakteri yaşamdan soyutlayarak ve yaşamla bağlarını keserek oynatamazsınız. Olması gereken sahiciliği yakalayabilmeniz için karakterlerin baktığı, gördüğü, aşık olduğu, nefret ettiği ve bunlar için bir sebebinin olduğunu unutmamalısınız. Adı Zahit de olsa, Hasan da olsa, Cemşir de olsa insansızlaştırılan bir insan yaratamazsınız. Bu yüzden bilinen ve ezber mantık çerçevesinde bana hiç kimse kötü adam karakterini oynatamaz. Çünkü hangi karakteri oynarsam oynayayım, dokunuyorum, bakıyorum, görüyorum…
A.KADİR B.                         - Antipatiden sempatiye uzanan bir yol bu…
MEHMET ÇEVİK               - Galiba başka bir şey de var. Kim artık olmak istediği karar iyi ki? Atasözünde olduğu kadar sütten çıkmış ak kaşık kim olabilir ki? Hepimiz yaşamın bizi sürüklediği kadar, dayandığımız kadar, aynaya baktığımız kadar iyiyiz. Ne kadar insani erozyon içinde olursak olalım, hayat sürdüğü sürece değişim şansımız var. Dolayısıyla bunun farkındaki seyirci kötü karakterin değişimini gördüğü zaman kendinin de değişebilme şansının olduğuna inanıyor, mutlu oluyor, umutlanıyor ve antipatisi sempatiye dönüşüyor.
A.KADİR B.                         - Kadın izleyicilerin Mehmet Çevik’e bakış açılarından da söz eder misin?
MEHMET ÇEVİK               - Son dönemdeki etkiyi anlatayım. Fiziksel karşılaştırma yaparak ‘Çok daha gençmişsiniz!’ sözleriyle merhabalaşıyoruz, sonra az önceki sorunuz gibi, başta nefret ettiklerini, ama şimdi çok sevdiklerini söylüyorlar. Hayatın, üremenin, doğurganlığın, çoğalmanın sembolü olan kadınların seviyeli ve güç veren övgüleri benim için çok önemli… En güzeli de ‘İnanılmaz bakıyorsunuz!’ sözü… Ben bunun ne anlama geldiğini çözemedim, ama ruhumun mutlandığını ve bana güç verdiğini itiraf etmeliyim.
A.KADİR B.                         - ‘Hanımın Çiftliği’ dizisinin başarısı nereden geliyor?
MEHMET ÇEVİK               - Başta hikayenin yazarı, sonra bu hikayeyi yoğuran Çukurova gerçekliğidir. Çaycısından yönetmenine kadar inanılmaz gayretlerle insanüstü çalışan ekiptir. Bu arada başarının mihenk taşı olarak gördüğüm alt kadrodaki arkadaşları da unutmamak lazım. Gencinden yaşlısına, hepsi de inanılmaz oyuncular! Bu sektörde ders olarak okutulması gereken önemli performanslar sergilemişlerdir. Başarı en çok da bu faktörde kendini gösteriyor bence…
A.KADİR B.                         - Alt kadroların başarılı performansları dizinin starlarında olumsuz bir etki yaratır mı?
MEHMET ÇEVİK               - Bilmem, sanmıyorum ama yaratmamalı… Bu sektörün ayakta kalabilmesi için en önemli dayanak noktasından söz ediyoruz. Bu destek de star konumundaki arkadaşları rahatsız etmemeli diye düşünüyorum. Çünkü star dedikleri İngilizce bir kelime, karşılığı yıldız, bu anlamda yıldızın çok net bir şekilde ortaya çıkabilmesi için açık mavi bir gökyüzüne gerek vardır. Bence yıldıza değil, gökyüzüne inanmak gerekir, yani kolektif bir bilinçle ve paylaşımdan doğan anlayışa… Bu gerçekliğe inanmayanların varlıklarından ya da kalıcı başarılarından yarın kimseler bahsetmez. Uzattık ama ben herkesin bildiği anlamda yıldız, yani star görmedim…
(Uzun bir süre gülüşüyoruz.)
A.KADİR B.                         - Bu ‘Star’ konusu seni fazlaca eğlendirdi.
MEHMET ÇEVİK               - Gökyüzü o denli güzel ki hiçbir zaman ihtiyaç duymadım…
A.KADİR B.                         - Son soru da aşka ilişkin olsun.
MEHMET ÇEVİK               - Aşk hayattır! Bence kadın eşittir aşktır! Yaşamın sırlarının kaç sayıyla anlatıldığını bilmiyorum ama başat sırlardan birinin de aşk olduğunu sanıyorum… Yani hangi başarı, hangi para, hangi şöhret delice bakan kadının gözlerinden daha güzeldir ki? Allah herkese ne verirse versin ama aşksız bırakmasın…
A.KADİR B.                         - Samimi yanıtların için teşekkür ediyorum dostum.

NOT: Bu yazı Female Dergisi'nin (www.female.gen.tr)Haziran 2011 'Simurg' köşesinde yayınlanmıştır.

Bahar...

Bahar gelmişti artık…

Bir kafeteryanın deri koltuğunda kahvemi yudumlarken, her gördüğü yere sızan güneşin varlığı iyiden iyiye kendisini hissettirmekteydi. Karşımdaki deri koltuk ile aramızdaki sehpaya yerleşen güneşin ışıltısından huzursuz olan gölgeler sehpanın altına gizlenmek zorunda kalmıştı. O ışıltılara karışmış rüzgarın akışkan gölgesi ise seramik zeminde biçimden biçime girmekteydi.
Milyarlarca yıllık geçmişine karşılık büyümemiş bir çocuk gibi davranan güneşin oyunbaz davranışları kafeteryanın dışında da sürmekteydi. Yoldan geçen araçların metalik rengine çarparak küçük parçalar halinde çevreye dağılan yansımalarını izlenmeye başladım: Bir parça güneş ışıltısı yolcularla tıka basa dolu minibüsün camına çarpıyor, oradan bir başka kamyonun tekerlekleri ile asfaltın arasında yok oluyordu. Bir aracın penceresinden kollarını uzatan küçük bir kız çocuğu ortalığa savrulan ışıltının parçacıklarını yakalayabilmenin telaşındaydı. Bir başka parçası ağaçların dallarında ya da çimlerin arasındaydı. Çoğu ise geldiği gökyüzüne geri dönmüştü…



Bir süredir takıldığım manzaranın yarattığı coşkuyla kalemimi elime aldım. Baharın gelişini anlatan bir yazıyı zaman yitirmeden satırlara dökmeliydim. Bir an önce içimi kıpır kıpır eden harfleri kelimelere, kelimeleri cümlelere, cümleleri paragraflara dönüştürmek için cebimdeki not defterine uzandım.
İlk satırlarımda ılgıt ılgıt esen rüzgara yoldaşlık eden güneşinin ruhumu ısıttığını belirtmeliydim. Bir süre güneşin ışıklarıyla oynaştıktan sonra satırlarımı kafeteryayı çevreleyen çimlere emanet edebilirdim. Kış aylarının pastel renklerinden arınmış çimlerin daha canlı ve daha yeşil olduğundan, çam ağaçlarının dallarından, dalları budanmış güllerin yapraklarından, çiçeklerini açmış bir ağaçtan söz edebilirdim. Gökyüzünde cıvıldayarak uçan kuşlardan, bir anlığına vızıltısı kulağımın dibinden geçip giden arıdan, içi içine sığmayan bir kedicikten, beklenmedik bir anda ortaya çıkan rengarenk bir kelebekten…
Bu görüntüleri güzel bir bahar yazısına dönüştürmeye çalıştığım sırada oturduğum deri koltuğa yaklaşan bir garson, satırlara yerleştirmeye çalıştığım bahar yazısının coşkusuyla arama girdi. Son yudumu tüketilmemiş kahvemin fincanını aldığı sırada varlığının gölgesi sehpanın üzerini boydan boya kaplamıştı. Bu anı bir fırsat olarak değerlendiren sehpanın altındaki gölgeler güneşe karşı isyan başlattılar.
“İçiyordum,” dedim.
“Anlamadım efendim,” diyen garsonun bakışları, fincanın dibindeki kahve kalıntısına yöneldi.
“Bir yudum daha var,” diyerek belirsizliği ortadan kaldırmaya çalıştım.
“Çoktandır içmiyorsunuz, ben de soğudu diye içmekten vazgeçtiğinizi düşünmüştüm,” diye kendini savunmaya çalıştı.
Bu arada özür dileyerek parmaklarının arasındaki fincanı bırakmaya niyetlendi. Sehpanın üstüne yansıyan gölgesi bir o yana, bir bu yana gidip geliyordu. Ben de güneşin ışıltılarının isyankar gölgelerle itişmelerine tanıklık ediyordum. Son yudum kahvemi içerek garsonun ikilem içindeki gösterisini sonlandırdım. O ve gölgesi uzaklaşırken, savaşı yitiren gölgeler sehpanın altına geri çekildi.
Ya ben?
Bir bahar yazısı yazmak için kalemimi ve not defterimi elime almıştım, değil mi?
Kaldığım yerden devam etmeye çalıştım. Az önce düşündüklerime yabancılaşmış gibiydim. Seramik zemindeki rüzgarın akışkan gölgesini izlerken gerçek bir bahar yazısı oluşturamayacağımın endişesine kapıldım…
Yoksa seramik zemine yansıyan araçların egzozlarından çıkan gaz ya da kafeteryada içilen sigaranın dumanı mıydı?
Kafeteryanın üstünde uçuşan kuşların, yoğun trafiğinin gürültüsünden kanat şıkırtılarını duyabilmek olanaksızdı; içlerinden birisi yön gösteren tabelalardan birine kondu, bir başkası elektrik direğinin üstüne tünedi…
Araçların toz içinde bıraktığı yeşilliklerde dolanan arıcık, çöp sepetinin içindeki kağıt bardaklardaki şekerli kahve artıklarında aradığını bulmaya çalışıyordu…
Çimlerin arasında dolaşan sokak kedisi bodur bir ağacın tozlanmış yaprağını anlamsızca yalamaktaydı. Yaptığı saçmalığın farkına vararak bir başka bodur ağacın gölgesine saklandı, oradan hoplaya zıplaya uzaklaşarak ağacın gölgesini değiştirdi, en sonunda havada uçuşmakta olan bir poşetin içinde aradığını bulmaya çalıştı…
Bu kaosun içinde kısacık ömrünü geçirmek zorunda kalan rengarenk kelebek belki de kuşlardan ya da arıdan daha mutsuzdu…
Yoksa bahar gelememiş miydi?
Yoksa bahar dedikleri bu günlerde duyumsadıklarımız mıydı?
Yoksa aylar süren yolculuğu sırasında kitaplarda okuduğumuz, sinemalarda izlediğimiz, çocukluğumuzdan anımsadıklarımızdan uzaklaşarak bambaşka bir bahara mı dönüşmüştü?
En sonunda baharı yazmayı bıraktım…

NOT: Bu yazı Female Dergisi'nin (www.female.gen.tr)Nisan 2011 'Simurg' köşesinde yayınlanmıştır.

Bazen…
Bir şeyleri uykuya yatırırsın…
Bu kimi zaman çok sevdiğin bir arkadaşındır; bulunduğu yer, yaşadığı ortam seni de içinde barındırmaya olanak tanımamaktadır…
Kimi zaman eski bir sevgilidir; o evlenmiştir, sen de evlenmişindir, ikinizin çocukları da günden güne büyümektedir, yaşamın acımasız yıllarında onu aklına getirmemiş, bir daha karşılaşacağını bile düşünmemişsindir…
Kimi zaman yaşamının en renkli günleridir; ilk aşkını, ilk sevişmeni, küçük yalanlarını, büyük maceralarını, o günlerde dolaştığın yerleri, tanıdığın insanları, nasıl sarhoş olduğunu, yaptığın kavgaları, geçirdiğin kazaları, onu nasıl aldattığını, onun tarafından nasıl aldatıldığını…
Kimi zaman küçücük hobilerindir; pek de fena sayılmayan bir fotoğraf makinesiyle zamanı ölümsüzleştirmek, her görenin çektiğin fotoğrafları beğenmesi, övgü dolu sözler, senin asıl niyetinin ise fotoğraflarını başlangıç kabul ederek günün birinden kısa filmler çekmektir…
Kimi zaman gerçekleşmesi olanaksız olan hayallerindir; en konforlu teknelerde dünyayı dolaşmak, Barselona’da futbol oynamak, Nobel ödülünü almak, Oscar kazanmak, gökyüzünde kanat çırparak uçmak, herkese mutluluk dağıtmak…
Kimi zaman uykuya yatırdığın aşkındır; onun zarar görmemesi için yel değirmenlerine savaş açmışsındır, bazen kazanmış, bazen kaybetmişsindir, kaybettiklerinle yeniden savaşmış, ölümüne direnmiş, direnecek gücün tükense bile can bedenden ayrılmadıkça savaşının süreceğinden eminsindir…
Belki de aşk meşk bahanedir; farkında olmadan kendini uykuya yatırmışsındır; seni nelerin sen yaptığını unutmuş, zamanın acımasız akışına kendini sorumsuzca bırakarak zamana ve mekana teslim olmuşsundur; iş, eş, çocuk derken gözlerin kapanıp gitmiş, derin bir uyku hali, başını yastığa doğru düzgün koyamadığından boyun kasların kasılmış, mekana hakim olan yoğun bir horlama durumu ve senden başkası yoktur seni uykudan uyandıracak…

Bir köşedeki saat neredeyse ellinci kez çalmaktadır…
Hey!
Uyan artık!
Geç kalıyorsun…

NOT: Bu yazı Famale Dergisi'nin (http://www.female.gen.tr/) 2011 Mart sayısındaki 'Simurg' köşesinde yayınlanmıştır.



Bir yıl önceydi…

En yakın arkadaşım Mehmet Çevik’in davetiyle Adana’da çekimleri yapılan Hanımın Çiftliği dizisinin setindeydim. Teneke Mahallesi’ndeki seti dolaşırken, Yılmaz Güney’in ‘Umut’ filminin de aynı mekanda gerçekleştirildiğini ve hemen dibinde durduğum çeşmenin olduğu yerde, atı ölen Yılmaz Güney’in ağadan para istediği sahnenin çekildiğini öğreniyorum. Bu arada görüntü yönetmeni son hazırlıklarını tamamlamaya çalışmakta, dizinin yönetmeni çekeceği sahnenin ayrıntılarına son biçimini verebilmek için setin ortasında dolanmakta, kostümcüler bir an önce oyuncuları giydirebilmenin telaşında, bir başkası makyajla uğraşmakta, bir diğeri ezberleri kontrol etmekte, herkes akşamın ayazında koşuştururken fazlasıyla üşüyenler bir köşedeki ateşin başında ısınmaktaydı…
Setteki oyuncular ve teknik ekiptekilerle tanıştırılırken “Bu genç adama dikkat et,” diyen arkadaşım, dizide oğlu Hamza rolünü oynayan Haki Biçici’yi işaret ediyor.

Yağmura yakalanma olasılığı yüzünden çekimin ertelenebileceği düşüncesi ekiptekileri tedirgin ediyor. Çekime başlıyorlar. Hafiften serpiştiren yağmurda aksilik olmadan ilerlenirken, yağmur temposunu arttırmaya başlayınca şemsiyelerin altında ara vermeden çekime devam ediliyor. Bir dakikalık görüntü için gece boyunca çalışacaklar; kolay gibi görünen işlerinin hiç de kolay olmadığını, iyi paralar kazanıyorlarmış gibi görünseler de, karşılığını fazlasıyla verdiklerini düşünmeden duramıyorum…

Ben iki kat giyilmiş kazağın altından gecenin ayazını ve deri montumun kapüşonuna serpiştiren yağmuru fazlasıyla duyumsamaktayım. İncecik gömlek ve ceketleriyle üşümüyormuş gibi davranan oyuncular ise sonu gelmeyecekmişçesine tekrarlanan çekimler sırasında yerlere devriliyor, çamura bulanıyor, alnının ortasına kafa darbesi alıyor, bu sırada canları acısa bile, gerçek acılarını gizleyerek, rol gereği acı çekiyormuş gibi yapıyorlar; açı, karşı açı, uzak plan, yakın plan, genel çekimler, ayrıntılar, bir tekrar aşağıdan, iki tekrar yukarıdan, onun omzundan, ötekinin bacaklarının arasından derken dört saatlik çekim maratonunun sonuna geliniyor…

Hepsi birkaç dakika sizleri televizyonun başında oyalayabilmek için!

Aradan geçen bir yıl içinde arkadaşımın uyarısını önemseyerek Haki Biçici’nin başarıyla canlandığı Hamza karakterini daha dikkatlice izliyorum; kız kardeşini dövüyor, onun aşık olduğu erkekle kavgalar ediyor, bir cahillik yapıp kız kardeşinin kocasını öldürerek cezaevine düşüyor ve Hanımın Çiftliği dizisinin 51. bölümünde ibret-i alem olsun diye şehir meydanına kurulan darağacında idam edilişiyle de rolü sona eriyor.

Ben duygusal yoğunluğu fazla olan idam sahnesini televizyonda izlerken, çekimlerin yağmurlu bir havada yapılmış olmasına takılıyorum. Bu ayrıntı beni ister istemez bir yıl öncesine geri götürüyor. Set işçisinden teknik ekibine, oyuncusundan yönetmenine kadar verilen emeği yeniden anımsıyorum.
Dizi filmdeki sürecini tamamlayan Haki Biçici ise Mehmet Aslantuğ ya da Fikret Kuşkan gibi Adana’daki setlere veda ederken, Hanımın Çiftliği’ndeki macera kendi içindeki yolculuğuna devam ediyor.

NOT: Bu yazı Famale Dergisi'nin (http://www.female.gen.tr/) 2011 Şubat sayısındaki 'Simurg' köşesinde yayınlanmıştır.



Yüzlerce araç…

İçlerinden bir kamyon!

Bir anda karşı karşıya kaldığım kamyonun önünde kocaman harflerle ‘BABAM SAĞOLSUN’ yazısı…

Birkaç saniye öncesine kadar Avrupa standartlarına uymayan karayolundaki konvoyun arasındaydım. Trafik kurallarına uygun olarak sollama yapmış, önce bir binek otomobili, sonrasında da bir kamyoneti geride bırakmıştım. Bir otobüsü geçeceğim sırada hatalı solama yapan kamyon şoförüyle karşı karşıya kaldım. Sağımdaki araçlar çıktığım boşluğa sızmama izin vermedikleri için yavaşlayamıyordum. Göz göre göre ölüme giderken kimselerin umurunda değildim! O yaklaştıkça yaklaşıyor, korna çalıyor, selektör yapıyor, ben de çaresizlik içinde selektörle karşılık veriyordum.

En sonunda uzlaşmayı becerebildik; kamyon şoförü yavaşlamaya çalışacak, ben ise hızlanacaktım; üç ya da dört saniye içinde otobüsü geçerek kendi şeridime ulaşabilirsem hayatta kalabilecektim. Gaza sonuna kadar bastığım halde arabamın hızında pek değişiklik olmadı. Siz benim yerimde olsaydınız ne yapardınız? Aynı şeyleri yapacağımızı sanmıyorum…

Ben yaşamımın son üç saniyesine doğru ilerlerken, kamyonun önündeki yazıya takıldım: Baba çocuklarından birine kamyon sahibi olabilmesi için yardımda bulunuyor. Bu jestin altında ezilen evlat ise şükran duygusuyla kamyonunun ruhsatını babasının üstüne çıkarmak yerine tabelacının önüne çekiyor.

‘Yaz,’ diyor. ‘Kamyonun en görünen yerine, en kocaman harflerle ve en güzel yazınla…’

Yaratılmak istenen sanat eseri yavaşça beliriyor; önce ‘B’, sonra ‘A’ derken, kamyonun önündeki kocaman ‘BABAM SAĞOLSUN’ yazısı tamamlanıyor…

Allah her aileye onun gibi hayırlı evlatlar ihsan eylesin!

Amin…


Son iki saniyemde evlenebilmek için babasından yardım alanları düşünmeye başladım: Evlilikte başlık, düğün, takı derken önemli paralar dönüyor. O evlatların da babalarına bir jest yapmaları gerekmez mi? Yoksa gelin almak kamyon almaktan daha mı önemsiz? Eş için de aynı duyarlılık gösterilerek gelinin görünür bir yerine ‘BABAM SAĞOLSUN’ yazılı bir dövme yaptırılabilir mesela…

Yaşasın aile içi ilişkiler!

Son bir saniyeye gelindiğinde hala kamyon yazılarının arasından sıyrılamamıştım: Bir gün peder bey öldüğünde ne olacak? Ya kamyonla cenazesi taşınacak olursa? Ya anlamını yitiren yazıyı görenler ne düşünecek? O yazıyı sildirsen ve sildirdiğin yere ‘RUHU ŞADOLSUN’ gibilerinden bir şeyler yazdırsan, çok daha başka bir şey olacak, ne yapsan iş değil…

Son saniyede kimselerin ‘ruhu şad olsun’ demesine gerek kalmadan otobüsü solladım. Geriye kalan saliseleri de kamyon şoförüne korna çalarak, cinsel içerikli el hareketleri ve küfürler yağdırarak tamamladım.

Bir kamyon yazısı işte…




NOT: Bu yazı Masculine Dergisi'nin (http://www.masculine.gen.tr/) 2011 Şubat sayısındaki 'Simurg' köşesinde yayınlanmıştır.

Bir saniye…

Bir saniye…

Hep öyle olur ya…

“Bir saniye!” dersiniz, sonra da karşınızdakinin dakikalarını alıp götürürsünüz; oysa bir saniyelik zaman dilimi ilk anda tükenmiştir…

İlk satırdaki başlığı okumanızın maliyeti yaklaşık olarak bir saniye civarındadır. O satırı yazıyla yazmaya çalıştığında çok daha fazla saniyeye gereksinim duyulur. Bir de kendinizi benim yerime koyarak, ‘Bu yazının başlığı ne olsun?’ diye düşünürken aklımda dolananları anlamaya çalışın. ‘Doğrudan doğruya konuyu anlatabilecek bir başlık bulmalıyım, ama birkaç kelimeyi geçmemeli, aynı zamanda yazımı okumaya niyetli olanların dikkatini çekmeli, hem vurucu olmalı, hem de ucuz bir slogana dönüşmemeli…’ diye bir saniyeyi satırlara dökmeye çabalarken uçup giden dakikalar; daha yazılacak yüzlerce kelime olduğu halde bir saniyeden öteye gidememenin çaresizliği…

Yaşamda bizlere verilmiş olan saniyelerin bolluğuna bakarak ‘Feda olsun senin gibi bir yazıya binlerce saniye!’ diyerek birbiri ardına eklenen saniyeleri hovardaca harcamalı mıyız?

Ben daha fazla zamanınızı çalmadan 2011 yılının ilk günlerinde arkası arkasına tükettiğimiz saniyelere aklımın takıldığını itiraf etmeliyim. Geçen yıl otuz bir milyon beş yüz otuz altı bin saniyeyi göz açıp kapatana kadar tüketivermiştik, bu yıl da bir o kadarını tüketeceğiz…

Bir günün seksen altı bin dört yüzde biri kadar değeri bulunan ‘bir saniye’ için bu kadar kafa yormaya değer mi?

Değmez mi?

Bu yılın ilk günlerinde, bir buçuk milyar saniyeyi kapsayan yaşamım gözlerimin önünden akıp geçerken, bir saniyelik zaman diliminin hesabını yapıyor olmak içimi yaralıyor; yaş ilerledikçe cimrileşmişim, zaman fakiri olmuşum farkına varmadan…

Yaşamımın ilk beş yüz milyar saniyesini geride bıraktığım bir yaz gününü anımsıyorum: Güneşin en tepeden olduğu saatlerde, Konyaaltı’ndaki plajların birinde gazetemi elime alarak havlumun üstüne uzanmıştım. Ölüm ilanlarına kadar gazeteyi okumuş, bir an önce akşam olsun diye defalarca denize girip çıkmış, milim milim ilerleyen akrep ve yelkovanın hangi zamanı gösterdiğine defalarca bakmış, en sonunda akıp gitmeyen zamana teslim olarak, ‘Bu yaşam benim için hiçbir zaman bitmeyecek!’ sonucuna ulaşılmıştım. Kendi ritminde akıp giden zamanın bana ayak uydurmak gibi bir derdinin olmadığını kavrayabilmek yıllarımı aldı. O yıllarda sonsuz gibi görünen gelecek vardı. Bugün ise kısa bir zaman dilimine sığdırılabileceğim bir geçmişten söz ediyorum.

Buraya kadar yazdıklarımı okuduysanız, bu yazının size üç yüz ya da dört yüz saniyelik bir maliyetinin olduğunu anımsatmak isterim. İlk başlığı gördüğünüzde başınızı çevirip geçebilseydiniz, bir saniyenizi geride bırakarak kurtulabilirdiniz; ama artık çok geç; umarım satırlarımın arasında bıraktığınız saniyeler, aldıklarınıza değer…

Her saniyesinin hakkını verebildiğiniz bir yıl yaşamanız dileğiyle, mutlu yıllar…

 
 
NOT: Bu yazı Famale Dergisi'nin (http://www.female.gen.tr/)  2011 Ocak sayısındaki 'Simurg' köşesinde yayınlanmıştır.
NOT: Bu yazı Mahalle Baskısı Dergisi'nin 2012 Temmuz sayısında yayınlanmıştır.


Daha Yeni Kayıtlar Önceki Kayıtlar Ana Sayfa