Blogger Template by Blogcrowds

Bazen…

Sızım sızım sızlar insanın yüreği…

Bir insanın kolu ya da bacağı bedeninden kopup gittiğinde, eksilen parçanın yeri bomboş kaldığında, aradan yıllar geçmiş olsa bile kopan parçanın yerindeki boşlukta tanımı olanaksız bir acı duyumsanırmış; o acıya benzeyen bir acıdır yüreğini sızım sızım sızlatan…

Hiçbir şey yoktan varolmaz derler ama sen o acıyı yokluktan, hiçlikten, boşluktan var ettiğinin farkındasındır ama olmayan bir şeyin neden yüreğini sızım sızım sızlattığını bir türlü algılayamazsın…

O acıyla içinde ılık ılık bir şeyler akar, neye benzediğini, ne zaman dineceğini bilemezsin ama kesintisizce aktığını yaşamının her anında duyumsayacaksındır…

O acı midende tanımı olanaksız kramplara neden olmuş, fırtınalar estirmekte, yemek borusundan aşağıya doğru şimşekler çaktırmaktadır; yanık etin kokusu ağzında berbat bir tat bırakmaktadır, hiç bitmeyen…

O acı sessiz fısıltılara dönerek kafatasının kemiklerine çarpmakta, her çarptığı yerden daha fazla yankı bularak serseri mayın gibi dolanmaktadır…

O acı belinde öyle bir kambur oluşturmuştur ki, dimdik duramazın…

Ne olduğunu bilememektesindir…

Nasıl kurtulacağını bilememek ise hepsinden de kötüsüdür…

Almanya’da yaşanan bir grup genç insan tiyatro yapmanın derdine düşmüş, önce kendilerine tahsis edilen resmi kurumlarının küçük odalarında, sonra kapatılan AEG fabrikasında tiyatro adına direnmeye başlamışlar. Yaşadıkları yerde sessizce ve sakince yol almaya çalışmak yerine, tiyatrolarını daha ileriye taşıyabilmek için Türkiye’ye gelmişler ve bir biçimde Mehmet Çevik’le yollarını kesiştirmişler. Onun intendant olarak katkılarıyla yeni bir boyut kazanan tiyatro çalışmaları Dario Fo&France Rame’ın yazdığı Veysel Sami Berikan’ın yönettiği, Elif MEŞE ile Ümmühan TUTUMLU’nun oynadığı tiyatro gösterisini ortaya çıkarmış…

Bu gösteri 19 Kasım gecesi Uluslararası Ankara Tiyatro Festivali kapsamında, Akün sahnesinde 250 civarındaki Ankara seyircisiyle buluştu…


O seyircilerden birisi de bendim…

Saatler öncesinde onlarla çay-kahve içerken, prova hazırlıkları sırasında, dekorun hazırlanışında, ışıkların ayarlanmasında, son teknik provalarında onların yanındaydım; hatta yıllar öncesindeki şımarık günlerimde olduğu gibi, önce sahne üstünde, sonra seyir yerinde gereğinden fazla şımarıklık yapmış olmalıyım ki, Mehmet Çevik tarafından sarı kart seviyesinde tatlı-sert bir uyarı bile aldım…

Bir saat süren gösteriyi Mehmet Çevik’le birlikte arka sıralarda izledik. Bir yandan Mehmet’in yaşadığı heyecanı, bir yandan da su gibi akıp giden gösteriyi izlerken zamanın nasıl geçip gittiğini anlayamadım; hele izlediğim oyunun amatör bir tiyatro topluluğu tarafından oynandığını düşününce, performanslarının beklediğimin çok üstünde olduğunun altını çizmeliyim…

Oyunun sonunda verdikleri emeğin karşılığını alkışlarla alan tiyatro grubu, seyircinin salonu boşaltmasıyla birlikte dekorlarını toplamaya başladı. Ben de onlara katıldım. On beş dakika geçmeden kaput bezinden oluşan oyunun dekoru iki bavulun içine sığdırılmış, yarım saat içinde dekorlar, kostümler, afişler ve tüm teknik donanım, oyuncularla birlikte kapının önündeydi…

Siyah yaprakları olan anı defterine izlenimlerimi yazacaktım ama bir an için beyaz yazan bir kalem bulunamayınca, sıcağı sıcağına düşüncelerimi paylaşma olanağı olmadı. Ben de onlara söyleyemediklerimi sizlerle paylaşmak istedim…

“O” Art Fabrik tiyatrosunun oluşumunda emeği geçenleri saygı ile selamlıyor, başka çalışmalarında yeniden yollarımızın kesişmesi umuduyla başarılarının kesintisiz olmasını diliyorum…


BUNDAN SONRASI OYUNUN TANITIM BİLGİLERİNDEN…

Yazan: Dario Fo&France Rame
Yöneten: Veysel Sami Berikan
Oynayanlar: Elif MEŞE, Ümmühan TUTUMLUOyunun Konusu:

Tecavüz/Ben Ulrike bağırıyorum/Yarın olacak/Bir Fahişenin MonologuOyun oynamak” tamam ama doğru olan “Oyuna gelmemek”. Yeni kurulan bir tiyatro

Theater “O”. Yeni olmak; bizce bir açılım getirmek, alternatif sunmak, dönüştürmek gibi kavramların uzantısı…

“Bizce sanat yaşama estetik müdahale biçimi” şimdilerde. Sadece kadını anlatmak değil, amacımız. ”Kalbimiz” diye nitelendirdiğimiz erkeklerimize de doğru bakabilecekleri bir pencere sunmak aynı zamanda. Çünkü tüketilen sadece kadın değil bizce “İNSAN”. İşte bu noktadan hareketle, sanatın sıkışmışlığında dar mekânlardan diğer yaşamsal noktalara taşıma adına, “AEG” de merhaba diyeceğimiz seyircilerimize. Orası nasıl bir yer derseniz; eski bir fabrika! Emek, üretim ve birliktelik tarihimiz olan bir mekân yani.
Yeni ve yaşanılır bir dünya için birlikte sanat üreteceğiz şimdi orada. Ne kadar paylaşırsanız o kadar “SANAT FABRİKASINA” döneceğiz. Önümüzde işler çok anlayacağınız. Bütün bunları aşmak içinde bizlere sadece seyreden değil, paylaşan seyircilere ihtiyacımız var. Birlikte yaşamak adına; dil, din, ırk gibi ayraçları öteliyoruz sadece… birlikte üretmekten ortaya çıkacak bütünleşme (entegrasyon) bize yol göstersin…

“Umudun Gettolaşmaya başkaldırışı”…

Ölümün ve mahkûmiyetin, neredeyse “ELEKTRİKLİ SANDALYEYLE” kadına sunulduğu bir anlayışla karşınıza gelecek oyunumuz…

Merhaba diyebilmek dileğiyle…

Patricia Muradi...

Saat dokuzu beş geçe sirenler çalmaya başlıyor…

Önce bir kişi oturduğu masadan ayağa kalkıyor, aynı masada oturan kişi ona eşlik ediyor, çaprazındaki masadakiler de ayaklanıyor, ben de ayaktayım, ilk beş on saniye içinde otelin bahçesinde ayağa kalkmayan kimse kalmıyor; ayaktakilerin arasında yaşlı bir çift turist de dikkatimi çekiyor…


Üç beş dakika sonra da Patricia Muradi’yi karşılamak üzere yeniden ayağa kalkıyorum. Kim olduğunu bilmeyenler için Patricia’nın bir edebiyatçı olduğunu söylemeliyim. İlk romanı yarı belgesel tadındaki ‘Romanika-Çingeneler’ adındaki romanıdır. İkinci romanı ise liman ve gemicilik sektörünü bir kadın gözüyle anlatan ‘Limanda Bir Kadın’ adındaki çalışmasıdır. Kendisiyle tanışıklığımız Pentagram Yayıncılık tarafından romanlarımızın basılmasından kaynaklanıyor; birkaç mail, birkaç telefon görüşmesinden sonra Ankara’ya yolu düştüğünde ilk kez bir araya gelmiş, yıllardır birbirini tanıyan iki dost gibi saatlerce sohbet etmiştik…

Hiç düşünmeden Patricia’nın çılgın bir dost olduğunu söyleyebilirim; ne çılgınlığını gördüğümü öğrenmek isterseniz, illa ki bir çılgınlığını görmek gerekmez ki…


Bu kez ben Adana’dayım. O da kendini ev sahibi olarak değerlendirip, üşenmeden Mersin’den Adana’ya kadar geldi ve beni barajın kenarındaki güzel bir mekana kahvaltı yapmaya götürdü. Güneşin ve rüzgarın rahatsız etmediği bir masada kahvaltı ederken, ufaktan ufaktan sohbetimizi koyulaştırdık. Ben yazmakta olduğu romanı hakkında beyin fırtınası yapacağımızı düşünürken, daha yazarlık konusunda tek kelime etmeye fırsat bulamadan kendimizi kadın ile erkek ilişkileri üzerine konuşurken bulduk; o kadının penceresinden, ben erkeğin penceresinden, zaman zaman rollerimizi değiştirerek, bazen anlaşarak, bazen karşı karşıya gelerek, bezen bir yazarın gözüyle uzak açıdan bakarak, bazen söylediklerimizin arasında kaybolup giderek…

Bu konuda konuşulacak ne çok şey varmış!

Ne çok paylaşacak şey biriktirmişiz!

Bu arada kişisel gelişim uzmanı olarak değerlendirebileceğimiz yazarımızın ’60 Saniyede Yüksek Moral Depolama’ adındaki kitabı Neden Kitap tarafından basıldığını da belirtelim. Belki de yazar arkadaşımla saatlerce süren sohbetimizin su gibi akmasının nedeni, kitabında anlattığı pozitif enerjinin sohbetimize de yansımış olmasıdır…

Neyse…

Saat on üç sularında ‘Artık yeter, Ankara’ya döneceğim, yolum uzun,’ diyerek son noktayı koymak zorunda kaldım…

Teşekkürler Patricia Muradi

10.Kasım.2009 ADANA

O Sabah...

Bu pencereden günün doğuşuna ilk kez tanık oluyorum…

Havada kirli bir grilik var; şairlerin dediği gibi kurşuni bir ağırlık; karşı tepelerdeki binaların ışıkları Samanyolu galaksisinin yıldızlarını çağrıştırıyor; insanın içini karartan bulutların arasından sızarak odamın penceresine ulaşmayı başarmışlar…

Yağmur yağmış ya da çiselemeye devam etmekte; gece boyunca yağdığı anlaşılan yağmurun etkisiyle yollar ıslanmış, dört yol ağzındaki trafik lambasının sarı ışığı kesik kesik yanıp sönmekte, asfalt yola yakamozu andıran görüntüsü yansıyor, tek tük yoldan geçen araçların sahte bakışlı beyaz farları…

Çok katlı binaların arasındaki toprak alanda su birikintileri oluşmuş, yaprakları yeşilden kahverengiye dönüşen ağaçlar son bir umutla yapraklarını bırakmamak için direniyor, kahverenginden sarıya dönmekte olan otların ve toprağın oluşturduğu pastel renkler ise özellikle görülmeye değer, bir saksağan ağacın dibinden havalanarak dallardan birine tünüyor, bu hareket ağacın birkaç yaprağının daha dökülmesine neden oluyor…

Geriye kalanları insan elinden çıkmış bir canlılık; park halindeki rengarenk arabalar, farklı renklere boyanmış çok katlı binalar birbirinden daha ıslak ve daha temiz, kaba inşaattaki otelin beton görüntüsü, hemen dibindeki sarı boyalı çelik vinç…



Zaman biraz daha ilerliyor…

Biraz daha kirlenen bulutları izlerken, uzak tepelerin ardındaki bembeyaz bir bulutun farkına varıyorum; az önce orada değildi; kirli bulutların yerine almaya mı geliyor, o bulutlardan kaçarak uzaklaşmaya mı çalışıyor, belirsiz…

Binaların arasındaki pastel renkli alanın ortasından güvercinler uçmaya başlıyor, bir süre uçtuktan sonra saksağanın tünediği ağacın dibine konuyorlar, nereden geldiğini anlayamadığım kargalar onların arasına karışıyor, birbirlerini umursamadan su birikintilerinin arasında bir şeyler yapıyorlar; kah uçuyorlar, kah uçmadan önceki ıslak zemine geri dönüyorlar…

Trafik lambasının kesik kesik yanıp sönen sarı ışığına, yeşil ve kırmızı renkler eklenmiş; dört yol ağzındaki araçların denetimi bundan sonra yeşil ve kırmızının denetiminde…

Yolun kenarında yürüyen tek tük insanların sayısı artmaya başlıyor…

Her ilerleyen dakika beni bu yazının sonuna yaklaştırıyor…

Ya da aldığım kararı uygulama zamanına…

Ya da yaşamın sonuna…

Çok uzaklardaki bulut git gide büyümekte, git gide gökyüzündeki kirli bulutları temizlemekte, güneş henüz ortalıkta dolanmaya başlamasa da varlığını duyumsamakta, beyaz bulutlar çoğaldıkça karşı tepelerdeki binalar iyiden iyiye belirginleşiyor, artık gittikçe çoğalan arabaların farları yanmıyor…

Bir süredir trafik lambasındaki kırmızı ışığın ıslak yola yansımasını izliyorum, derken sarıya dönüşüyor, çok geçmeden de yeşile…

Işık kırmızıya yeniden dönmeden elindeki kalemi bırak…

Yürü…

Git…

Bazen…

Kelimeler anlamını yitirir; içi boşalır; tam takır, kuru bakıra döner…

Dilin varmaz söylemeye!

Sen aynı kelimelerle unutulmaz aşklarda dile getirildiği gibi ‘Seni seviyorum,’ diyerek aşkını ifade etmişsindir. Birbirinize ‘Sevgilim,’ diyerek sevişmeye başlamış, birbirinizin içinde kıpır kıpır oynaşırken, sen onu ‘kadınım’ diyerek hiç kimsenin kavrayamadığı gibi kavramış, o da senin kulağının dibinde ‘erkeğim’ diyerek inlemiştir…

O kelimeleri de belleğindeki unutulmaz anlar dosyasına not etmişsinizdir…

Zaman puşttur!


Zaman sinsidir!

Zamanla kelimelerin içi boşalmaktadır…


Bir gün sevgiliniz pazarda alışveriş yaparken, pazarcı çocuğa, ‘Bak sevgilim, çürük domatesleri kakalamaya çalışırsan fena halde bozuşuruz,’ dediğini duyunca, dil sürçmesi kapsamında değerlendirerek önemsemeden geçersiniz…

Bir başka seferinde herhangi birine ‘erkeğim’, herhangi bir başkasına da ‘kadınım’ diye seslenecektir; ‘sevgilim’ kelimesi ise kadın ya da erkek diye ayırmaya bile gereksinim duyulmadan havalarda uçuşmaya başlayacaktır…

O kelimenin anlamı ne ise; herkes herkesin sevgilisidir artık, kadınıdır, erkeğidir…

O kelime insan ya da hayvan demek kadar genelleşmiştir…

O kelimenin içi boşalmıştır nasıl olsa; içine ne istersen onu doldurabilirsin…

Bazen de sevgiliniz size ‘sevgilim’ diye seslenir.

Tınmazsınız!

Tınsanız ne olacak ki?

Seni o pazarcı çocukla bir görüyordur, herhangi bir akrabası, bir tanıdığı, bir komşusu, bir arkadaşı, internette karşılaştıklarından birisi, bir iş arkadaşı, bir eski dost, bir eski düşman, bir eş, bir yeni sevgili…

Seni kim gibi görüyordur ki?

Muamma yani…

Günlerden Pazar…

İki arkadaş; Mehmet Çevik ve ben…

Gün Adana’daki Hilton Otel’in bahçesindeki brunch ile başlıyor; yazdan kalan bir gün diye tanımlamak yerine, hala yazın devam ettiği güneşli bir günde, sabahın serinliğinde üşürüz diye giydiğimiz kazakları çıkararak, kısa kollu tişörtlerimizle başlayan bir kahvaltıdan söz ediyorum…


Bir süredir görüşmemenin açlığıyla sohbetimiz zengin kahvaltının önüne geçiyor, önce bilmediklerimizi konuşuyor, konuları ortak konular haline dönüştürüyor, sonra da ortaklaştırdığımız konuların ayrıntılarına dalıyoruz. Birkaç saate yayılan kahvaltı muhabbetimiz, dizinin bazı oyuncularının bizlere katılışıyla bir süre için erteleniyor. Ekipteki oyuncu arkadaşlarla tanıştırılıyorum:

“Kadir benim üniversiteden sınıf ve ev arkadaşımdır. Kendisi bu işlerle uğraşmak yerine işadamı ve edebiyatçı olmayı tercih etti. Yazdığı yedi romanından ikisi basıldı, beş-altı tane tiyatro oyunu var, vs…”

Oyuncuların arasından masamıza takılan Tayfun Sav, yirmi beş yıl önce devlet tiyatrosunun oynadığı ‘Kara Ağaçlar Altında’ adındaki oyunda dansçılık yaparken bizi çalıştıran dans hocamız; o dönemden sonra ilk karşılaşmamız; benim üniversitedeki en yakın arkadaşlarımdan birisiyle evlendiği halde yollarımız hiç kesişmemiş… Bir an için beni anımsayamasa da, laf lafı açıyor, geçmiş günlerin arasından yirmi beş yıl öncesinin sayfalarını aralıyor, unutulduğunu sandığımız günleri yeniden anımsıyoruz…

Bu arada Mehmet Çevik ile oğlunu oynayan Haki Biçici arasındaki baba-oğul şakalaşmaları yarım şişe pet suyun Haki’nin üstüne boşaltılması ve Haki’nin serinlediğini söylemesiyle son buluyor…

Öğle saatlerinde sete giden bir aracın peşinden otuz kilometre kadar Adana’nın bereketli toprakları üzerinde yol alarak Hanımın Çiftliği’ne ulaşıyoruz…

Orada ekibin geriye kalan oyuncuları ve yönetmen Faruk Teber’le tanıştırılıyorum…


Bu günün programında Güllü’nün düğün sahnesi çekilecek; kalabalık bir figüran kadrosu, geniş bir teknik ekip, oyuncular, meraklılar derken Hanımın Çiftliği’nde baş edilmesi zor bir curcuna yaşanıyor…

Öğleden sonra başlayan çekimlerde adın adım ilerlenirken gün akşama kavuşuyor, biz Mehmet Çevik’le set aralarında sohbet ediyoruz, bu arada sonu gelmeyen fotoğraf çektirme istekleri, onu ne kadar çok sevdiklerini dile getirenler, uzaktan başkalarının sevgilerini ve selamlarını iletenler ve her seferinde aynı espri; şu kızı o kadar dövme kurbanın olayım…

Bu kadar çok kızını döven bir babaya neden böylesine bir sevgi?

Saatler ilerliyor…

Sohbetler ilerliyor…

Set arasındaki Hanımın Çiftliği’ni var edenlerle biraz daha yakınlaşıyoruz…

Hakan Boyav’ın şakacı konuşmaları…

Caner Cindoruk’un öykücü babası hakkında konuşmamız, bir yazarın oğlu olduğundan söz ederken, günün birinde oğlumun yaşayacağı duyguları Caner’in kelimeleri arasında yakalıyorum…

Beyaz gelinliğin içindeki Özgü Namal beyaz bir gelincik kadar narin; içindeki çocuk kıpır kıpır kıpırdanmak isterken, bu çekim gününün hareketsiz geçirmesi gerektiğini söyleyen gelinliğine boyun eymiş, seçme şansı yok, bu gün böyle geçecek…

Set aralarında Mehmet Aslantuğ ile yaptığımız konuşmalar oldukça keyifli; iş adamı ve edebiyatçı kimliğimden yola çıkarak seçimlerini benim gibi kullanan arkadaşlarından söz ediyor, sanat yapmak ile paranın gücü arasındaki ilişkiyi konuşuyoruz, hatta paranın göbeğindeki birini anlatan bir proje yapmayı düşündüğünden söz ediyor…

Bu arada gece yarısını geçeli çok olmuş…


Mehmet Çevik’le baş başa kaldığımızda yaptığımız günlük konuşmaların yerini yaşamın anlamını bulmaya yönelik felsefi diyaloglar almış, geçmişi ve geleceği sorgularken, yılların bizi nerelerden nerelere getirdiğini birbirimize anlatıyor, çeyrek yüzyılı aşan dostluğumuzda bir adım daha ilerliyorduk…

Ben gecenin serinliğinde verandadaki koltukta çevreyi izlerken, gözkapaklarım ara sıra kapanıyor; bu arada dönemin incecik kıyafetleri içindeki üşüyen figüranlar, boş anlarını polar battaniyenin içinde uykulu gözlerle geçiren oyuncular, oyalanabilmek için eğlence yaratanlar, çekimler sesli yapıldığı için sürekli olarak tekrarlanan ‘Sessiz olun!’ uyarıları, hep aynı tempoda çalışmaktan işini sorunsuz yapan teknik ekip ve herkesten daha dinamik yönetmen…

Ben setten 02.00 sularında ayrılarak oteldeki yatağıma geri döndüğümde, onların daha saatlerce sürecek işleri vardı…

Bir günlük emeğin karşılığı on dakikayı doldurmayan televizyon görüntüsü…

Daha Yeni Kayıtlar Önceki Kayıtlar Ana Sayfa