Blogger Template by Blogcrowds

Bazen...
Gereğinden hızlı yaşadığınızın kuşkusuna kapılırsınız…
Yaşamın dinamik döngüsünde bir şeyleri ıskaladığınız düşüncesi peşinizi bırakmaz; bu duyguyu yoğunlukla yaşamanızın nedeni ilerleyen yaşınız mı, ağır yaşam koşullarında bir nefes almak için geriye bakmanız mı, her konuda gereğinden fazla düşünmeniz mi; bir mutsuzluk, bir umutsuzluk; belki de tembelliğinize bir kılıf arayışıdır…

Hız kesmeden ilerleyen bir alametin penceresinden dışarıya baktığınızda, birbirinin arkasına eklenen onlarca, yüzlerce, binlerce telefon direğinin gözlerinizin önünde bir duvara dönüştüğünü göreceksiniz. Sizce telefon direklerinin arasında zıplayan tavşan karnını doyurabilmenin telaşında mıdır? Sert esen bir rüzgara boyun eymiş kır çiçeğinin daha fazla ne kadar direnebileceğini tahmin edebilir misiniz? O telefon direklerinin arasında dünyanın en değerli taşlarından biri sahibini bekliyor olabilir mi? Bu yaşamda ulaşmak istediğiniz her ne ise hızla geçip gittiğiniz iki telefon direğinin arasında olabileceğini düşünün; en büyük aşkınızı, en büyük rüyanızı, hayallerinizi, umutlarınızı, yaratıcı düşüncelerinizi, sizi siz yapan birçok şeyinizi…
Durun…
Paniğe kapılmayın…
Biraz sakin olalım lütfen…
Bu yazıyı okurken bile, ‘Bu adam ne demek istiyor, bir an önce söylese de daha fazla zaman yitirmeden derdini anlasak; ya da kelime kelime ilerlemek yerine paragraflara göz gezdirerek yazının son satırlarına bir an önce ulaşsak…’ gibilerinden düşüncelere kendinizi kaptırabilirsiniz. Ben yazmaya saatlerimi ayırdıysam, siz de fazladan birkaç dakika özveride bulunun; birkaç dakika geç uyuyun, birkaç dakika erken kalkın, yarım yamalak okuyacağınız yazıların birinden vazgeçerek yazıyı hakkını vererek okuyun; ya da hakkını vererek okuyacağınız başka bir yazı için burada okuyacaklarınızdan vazgeçin…
Bu alametin üstünde hızla ilerlerken yarım yamalak yaşamayın!
Hakkını verin yani!
Bir dostum, ‘Bu güne kadar senin yaşadığın gibisinden bir aşk yaşamadım,’ demişti; iki telefon direğinin arasında sizi bekleyen bir aşk varsa, bir ucundan yakalamayı becerdiyseniz, sıkı sıkıya kavrayın, bir sonraki iki telefon direğinin arasında yenisini bulacağınızı ya da binlerce telefon direğinin arasında yüzlerce aşkın sizi beklediğini düşünmekteyseniz hayal kırıklıklarına hazırlıklı olun…
Birden fazla çocuğu olanlar, ‘İlk çocuğumuzdan bir şey anlayamadık, yaşamın telaşı arsında büyüyüverdi, son çocuğumuzu hakkını vere vere yetiştirdik,’ diye konuşurlar; iki telefon direği arasında anne ya da baba olduysanız bütün çocuklarınızın değerini bilin, bir dahaki sefere öyle bir çocuk yetiştirme şansınız olmayabilir…
Bu yaşamda ne olmak istediğinizi iyice düşünün, gözlerinizi iyice açarak telefon direklerinin arasında sizi düşlerinize ulaştıracak fırsatları asla ıskalamayın; her ıskaladığınız zaman dilimi düşlerinizden biraz daha uzaklaşmanıza neden olacak, bir süre sonrasında öyle bir düşünüzün olduğunu bile anımsayamayacak, çok yıllar sonra geride neleri bıraktığınızı düşünürken, ‘Keşke o zaman yapsaydım,’ diye hayıflanmak dışında elinizden bir şey gelmeyecektir…
Bu yüzden Cem Karaca’nın ‘Bindik bir alamete, gidiyoruz kıyamete,’ dediği yaşamda yol alırken, sonu kıyamet olan bir yolculukta, alametin fren ve gaz pedallarının olduğunu aklınızdan çıkarmayın. Bir an önce kıyamete yetişmek yerine, yeri geldiğinde alameti yavaşlatmayı, telefon direklerinin arasına sizler için bırakılmış armağanları almayı, o armağanları sizler için oralara bırakanlara teşekkür etmeyi unutmayın…
Son durduğunuz yere alametten inerken sizlere gerekli olan ne kadar çok telefon direği geçtiğiniz değil, direklerin arasından topladıklarınız olacaktır…
Bu yazıyı da telefon direklerinin arasına senin için bir armağan olarak bırakmıştım…
Kim o diye etrafına bakınma!
O sensin!



NOT: Bu yazı Famale Dergisi'nin (http://www.female.gen.tr/)  2010 Aralık sayısındaki 'Simurg' köşesinde yayınlanmıştır.

Yaz sezonu boyunca sürdürdüğüm ‘Everest 2010 Ekspedisyonu’ yazı dizisini bir aşkın son öyküsüyle noktalıyorum…


İki motorlu küçücük bir uçağın içindeydim. Bagaj kapasitesi yeterli olmadığından sırt çantalarımızı koridora yığmıştık. Uçağın yoğun gürültüsünden etkilenmemek için kulaklarımıza pamuk tıkamış, her an bir aksilik yaşanacakmış düşüncesinden uzaklaşmaya çalışarak Himalayaların yüksek dağlarına bakmaktaydık. Katmandu’daki Tribhuvan Havaalanı’ndan Lukla’ya doğru uzanan yolu yarılamıştık. Bir ara koridordaki sırt çantamın içinde kıpırdar gibi oldu. Tam olarak onun olduğundan emin olamadığım halde uçaktaki varlığını kaygıyla duyumsadım.

8000’lik bir dağın yakınlarında uçarken ‘Hadi canım!’ diye kendimi sakinleştirmeye çalıştım. ‘Benimle beraber yedi-sekiz saat uçak yolculuğu yaparak buralara kadar gelmiş olamaz; gelseydi bile iki gündür dolaştığım Katmandu’da farkına varırdım, en azından Türkiye’de bıraktığıma öyle emindim ki…’

Onu fark ettiğimi belli etmemeye çalışarak Lukla’daki Edmund Hillary Havaalanı’nı kadar uçtuk. Yüksek dağların gölgesinde kahvaltımızı yaparken huzursuzluğum git gide artmaktaydı. Zorlu yürüyüşe başlamamızın zamanı gelmişti. Son hazırlıklarımızı yaparken sırt çantamın bir köşesinde benimle birlikte geldiğinden emin oldum. Bir süre önce özelliğini kaybetmiş, değerini yitirmiş, yerlerde sürüm sürüm sürünmüş, yataklarda inim inim inlemiş bir aşk, üşenmeden ve utanmadan benimle beraber Nepal’e kadar gelmeye cesaret etmişti…

İlk günlerdeki bahar kokusunun ekşimiş sirkeye dönüştüğü bir aşkı bavuluma kim koydu?

Ben Türkiye’de bavulumu yerleştirirken, rakı masalarındaki sohbetlere meze edilen, şarap kadehleri yudumlanırken dedikodusu yapılan, bira muhabbetleri arasında geçmişine gülünen bir aşkın haberim olmadan eşyalarımın içine gizlenebilmesi olası mıydı?

Bir asit misali kendisini ve çevresini yok ederken yok olan aşkımı termal iç çamaşırlarla trekking pantolonlarımın arasına yanlışlıkla yerleştirmiş olabilir miydim?

Bir samurayın kılıcıyla öldürücü darbeyi vurmak yerine lime lime yüreğimi doğramayı tercih eden aşkı bavulumun içine özellikle mi bıraktılar?

Bilemedim…

Bu saatten sonra ayrıntılarını bilmenin, ne ona, ne de bana bir faydası yoktu…

Bir bilinmezliğe doğru birlikte tırmanmaya başladık. Onu uygun bulduğum bir yerde bırakarak yoluma devam edecektim. Sağıma soluma bakınarak ilerliyordum. O ise umursamadan çevrenin tadını çıkarmaya çalışıyor, hiçbir şey yokmuş gibi davranıyor, bazen gülüyor, bazen meraklı sorular soruyor, bazen de duygulu sözler söyleyerek yolculuğunu sürdürüyordu. Bu aşkın binlerce metre yükseklikte bana nasıl eşlik edebildiğini şaşkınlıkla izliyordum. Everest’in eteklerinde yollar uzundu, yollar bozuktu, her gün bir öncekinden daha katlanılmaz oluyordu…

İlk kez deniz seviyesinde karşıma çıkan aşkın, her tırmandığımız yükseklikte nefessiz kalarak boğulacağını sandım. İki kişinin yan yana yürüyemediği uçurumların kenarında ayağının kayıp düşmesini bekledim. Dudh Koshi Nadi’nin etrafındaki ormanlarda sonsuza kadar kaybolması için dualar ettim. Namche Köprüsü’nden geçerken ellerimle aşağıya itmek istedim. Hijyenden uzak lodge’larda hastalık kaparak telef olacağını günleri umutla bekledim…

En sonunda arkasından oyunlar çevirmekle ya da işi Allah’a havale ederek zaman yitirdiğimi anladım. O aşk akmış, kokmuş, çürümüş, çürümüşlüğü sağa sola bulaşmış olsa da benim tek aşkımdı. Onu gerçekten terk etmediğim sürece ayrılabilmemiz olanaksızdı. Bu düşünceyle veda edebileceğim uygun bir yer bulmaya çalıştım: 4830 metredeki Thokla Geçidi’nde ilerlerken, dağlarda ölenlerin anısına düzenlenmiş anıt mezarlarla karşılaştık. Bir zamanlar her şey sayılan, çoktandır hiçbir şeye dönüşmüş aşkımı, Khumbu Buzulu’nun üstüne kurulmuş anıt mezarların bir köşesine bırakabilirdim. Ben ise daha yukarılarda uygun bir yer aramayı tercih ettim. Son tırmanış noktası olan 5364 metre yükseklikte Everest Ana Kampı ayrılık için anlamlı sayılabilirdi. O anki hedefe ulaşmanın curcunası içinde vedalaşmak uygun düşmedi. Ertesi gün 5500 metre yükseklikteki Kala Patthar Tepesi’ne yapılacak tırmanışta ayrılmayı düşünüyordum. Akut dağ hastalığına yakalandığım için bunu da yapamadım…

Ölüm ve yaşamı düşünerek geçirdiğim son geceyi başucumda tedirgin gözlerle izleyen, benim için dua eden, üzülen, acı çeken aşkımı nereye bırakacağıma karar vermiştim. O yolculukları seven bir aşk olduğuna göre yarı yolda bırakmak doğru olmayacaktı. Sekiz gün süren tırmanışımız boyunca peşimi bırakmayan aşkıma birkaç gün daha katlanabilirdim. Üç günlük dönüş yolculuğunda yanımızdakilerden uzaklaşarak baş başa kaldık, biraz eski günlerden sohbet ettik, biraz hüzünlendik, biraz hesaplaştık, bir ara kavga bile ettik; eriyen buzulların coşturduğu Dudh Koshi Nadi’nin kenarında yürürken zaman su gibi akıp gitti…

En sonunda zorlu yürüyüşümüzü tamamlayarak Lukla’ya geri dönmüştük. O aşkın özgür ruhunu Himalayaların eteklerinde terk edecektim! Üç gündür el ele, kol kola olduğumuzdan bir kez daha birbirimize sarılmadık. Dünyanın en kısa pistlerinden birine sahip, belki de dünyanın tek eğimli Edmund Hillary Havaalanı’ndan gökyüzüne doğru süzülürken kendisine son kez el sallıyordum…

Neresinden bakarsan bak, acıyla karışık hüzün doluydu…

İster istemez de gözyaşı…

 
 
NOT: Bu yazı Famale Dergisi'nin Simurg köşesi (http://www.female.gen.tr/)  2010 Kasım sayısındaki 'Simurg' köşesinde yayınlanmıştır.

8.850 metre…

Bir zamanlar insanoğlunun bu kadar yüksekliğe çıkabileceğine kimseler inanmazdı. Elli milyon yıllık Everest Dağı’nın zirvesine 1953 yılında Edmund Hillary ile Şerpa Tenzing Norgay’ın oksijen destekli çıkışıyla efsane sona erdi. Bir başka efsane ise insanoğlunun oksijen desteği olmadan o kadar yükseklikte yaşayamayacağıyla ilgiliydi. Bu kez 1978 yılında kendi nefesiyle zirveye ulaşan iki dağcı yanlış bir bilgiyi daha tarihe gömdü.


On beş yıl öncesinin tarih sayfalarında dünyanın en yüksek zirvesine ulaşabilen Türk dağcıların adı bulunmazdı. 1995 yılında Nasuh Mahruki ilk Türk ve Müslüman dağcı olarak adını yazdırdı. Ona başka Türk dağcıları eklendi. Bu yıl da Antalya’nın tanınmış dağcılarından Yılmaz Sevgül’le beraber ikinci kez zirveye tırmanarak yeni bir tarihi başarıya imza attılar.

Bir Antalya firması olan Cantek’in sponsorluğunda gerçekleşen 2010 Everest Ekspedisyonu Türkiye genelinde ilgiyle izledi. İki ay süren tırmanışın her aşaması ulusal medyada haber olarak gündeme geldi. Bu ekspedisyonun çeşitli aşamalarında dağcılarımızla beraberdim; hatta ana kampa kadar uzanan zorlu bir trekkinge katılarak 5.350 metreye kadar onlarla birlikte tırmandım. Yol boyunca aklımdan uzaklaştıramadığım bir soru vardı.

Neden dağcılık?

Antalya Sanayici ve İşadamları Derneği’nin bünyesindeki bir toplantıda “Sizleri dağlarda bekleyen en büyük tehlike nedir?” diye sorulmuştu.

Nasuh Mahruki de “Ölürsünüz,” diye net bir yanıt vermişti.

İnsan ucunda ölüm olan sporla neden uğraşır ki?

Bir seferinde de “Neden yüksek adrenalin içerek sporları seviyorsunuz?” diye soruldu.

“Ben yüksek adrenalini değil, dağcılıkla uğraşmayı seviyorum. O sporun içinde adrenalin bulunduğu için de zorunlu olarak katlanıyorum,” diye yanıtladı.

Bu kadar basit mi?

İki Türk dağcısı Everest’in zirvesine ulaşabilmek için ölümlerin yaşandığı Khumbu Buzulu’ndan defalarda geçtiler. Dev serakların arasından ya da geniş buzul çatlaklarının üstünden geçerken ölümün nefesi peşlerindeydi. Birçok dağcı ise buzuldaki tehlikeyi gözleriyle görünce tırmanışa başlamadan evine geri döndü. İlk Khumbu Buzulu’ndan geçişlerinde Yılmaz Sevgül ölümle karşı karşıya kaldı. Bir süre sonra onun kadar şanslı olmayan bir dağcının cansız bedeniyle karşılaştılar. Son anda ölümden dönenlere tanık oldular. El ya da ayak parmakları her an donabilirdi. Günlerce yıkanmadılar. Haftalarca sevdiklerinden uzak kaldılar. Hijyen olmayan koşullarda karınlarını doyurdular. Bir uçurumun kenarında sabit hatlarla bağlantısını koparan Nasuh Mahruki, 7.000 metre yükseklikte ve -30 derece soğukta, bir buz çatlağının içinde geceyi geçirmek zorunda kaldı. İki ay süren çabalarının karşılığı olarak 23 Mayıs 2010 tarihinde Everest Dağı’nın zirvesine ulaştılar.

Üç beden ufalmış olarak Türkiye’ye döndüklerinde “Bu kadar risk ve eziyete neden katlanıyorsunuz?” diye sormadan duramadım.

“Biz dağlarda olmayı seviyoruz,” diyip geçtiler.

Edmund Hillary’ye “Neden Everest?” sorusunu yönelttikleri zaman da verdiği yanıt farklı olmamış.

“Orada duruyordu…”


NOT: Bu yazı Female Dergisi'nin Simurg Köşesi (http://www.female.gen.tr/) Ekim 2010 sayısında yayınlanmıştır...

Fikrim…

“Sadece sizin anlattıklarınıza inandım…”

Bir grup geniş şapkalı gerilla paçalarını sıvamış bir halde sığ sularda yürüyor; güneş tepede; sıcak düşmandan daha fazla zorluyor; kimi kalaşnikofunu kayışından sırtına asmış, kimi omuzlarına dayadığı silahına kollarını dolamış, birçoğu botlarını eline almış, en arkadaki gerilla ise İspanyol gitarını kutusuyla birlikte omuzlarının üstünde taşıyor; hep beraber bir hayal uğruna ilerliyorlar…
Bir bar sahnesinin fonunu oluşturan fotoğraftaki gerillaların en arkada yürüyeni gerçek bir insanın boyutunda; öne doğru nesneler ufalıyor; siyah beyaz fotoğrafın sol üst köşesinde ‘Sadece sizin anlattıklarınıza inandım…’ yazmakta…
Fikrim Bar’a her gidişimde sözümü ettiğim fotoğrafa gözüm takılıyor, eğer ayık gittiysem sarhoş olana kadar izliyor, sarhoşsam da gerillaların arasına karışıp, ne ve kim için sürdüğünü bilmediğim savaşın romantik tınılarına kendimi bırakıyorum…
Bu gece doğum günümü kutlamak üzere, en yakın dostlarımdan Mehmet Çevik ve dünya tatlısı bir arkadaşımla Fikrim Bar’a gidecektik. Birini otobüs terminalinde, diğerini hava limanında karşıladıktan sonra Hamamönü Mahallesinde öğrenciliğimizin geçtiği gecekondumuza uğradık. O ev yıkılmaya yüz tutmuştu! Üstünden çeyrek yüzyıl geçen anılarımız ise dipdiriydi! Birkaçını yeniden anımsadıktan sonra kendine özgü yorumlarıyla tanınan Grup Kibele’yi dinlemek üzere Sakarya Caddesi’nde yöneldik…
Bu bar yaşamımdaki boşlukların en büyüğüyle boğuşurken karşıma çıkmıştı. İlk kez eski 45’likleri dinlemeye götüren bir arkadaşımın katkısıyla boşluğun büyümesi durmuş, orada tanıştığım başka bir arkadaşımla da içi dolmaya başlamıştı. O yıllarda salı gecelerimiz oldukça renkli geçiyordu. Son yıllarda Fikrim Bar’ın adresi değişti. Salı gecelerindeki eski 45’liklerin yerini Cuma ve cumartesi gecelerinin Grup Kibele’si aldı…
Fikrim Bar’ın kapısına ulaştığımızda saatler 20.30 civarındaydı…
Bir an için kapıdaki görevlinin “Ne yazık ki yerimiz yok!” uyarısı soğuk duş etkisi yarattı.
“Ben Kibele’yi dinlemek için Adana’dan uçakla geldim! Bana Rezan’ı çağırın,” diyen Mehmet’in tepkisiyle yer sorunumuz kolayca aşıldı.
İlk olarak uzak bir köşeye, çok geçmeden de sahnedekileri keyifle izleyebileceğimiz bir masaya alındık. Müzik arasında sohbetimize katılan Grup Kibele’nin erkek vokalisti Razan Bilgin’in Kürt kökenli, bayan vokalisti Tuğçe Çolpan’ın da balkanlardan geldiğini öğrendik. Klarneti çalan Roman’dı. Türkiye’nin renkli mozaiği siyah beyaz fotoğrafın önündeki küçücük sahnede bile kendini gösteriyordu. ‘Bereket’ adında bir albümü bulunan grubun Türkçe, Kürtçe, Zazaca ve Farsça halk şarkılarından oluşturdukları repertuarlarından etkilenmemek olanaksız! Her yörenin müzikleri dinlediğimiz, kimi zaman etnik ağıtların büyüsüne kendimizi kaptırdığımız, kimi zaman arabeskin baba şarkılarıyla hüzünlendiğimiz, bazen Roman havalarında göbek attığımız ya da farklı yörelerin halaylarıyla masaların arasında dolandığımız saatler hızla tükeniverdi.
Saat 22.45 civarında doğum gününün üstünden tamı tamına kırk yedi yıl geçtiğini anımsadım; doğduğum kasabanın elektrikleri saat 22.00’de kesilirmiş, o gece ise 22.30’a kadar kesilmemiş, ilk bebeğinin doğum sancılarıyla zor saatler geçiren annem elinden geleni yaptığı halde elektrikler kesilmeden beni dünyaya getirmeyi başaramamış, mum aydınlığında dünyaya gelmiş ve onun söylediğine göre ışığımda dünyayı aydınlatmaya başlamışım…
Bir ara sahneye davet edilen Mehmet, doğum günüm ve dostluğumuz hakkındaki güzel sözler söylemeye başladı. ‘Sadece sizin anlattıklarınıza inandım…’ sözünden yola çıkarak güzel bir şiir okudu. Bu arada iç içe geçmiş masalarda yeni arkadaşlıklar filizleniyordu. Saat 03.00 civarında Fikrim Bar’dan ayrıldığımızda bir yaş daha büyümüştüm. Alkol kontrolüne takılmadan evime gitmeye çalışırken aklımda hala siyah beyaz fotoğrafın sol üst köşesindeki söz vardı:
“Sadece sizin anlattıklarınıza inandım…”



Canlı Yayın...

Yayından önce karaladıklarım:

11.10.2010
Kocaeli Tv'de saat 22.00'de yayınlanan "Gecenin Yüzü" programında canlı yayındayım; programın yapımcısı ve sunucusu Mehmet Çevik...
27 yıllık dostumla bir televizyon ekranının karşısında sohbet edeceğiz; bizi tanıyan ya da tanımayan, dostluğumuzu bilen ya da bilmeyen, en azından ilgisini çekenlerin haberi olsun...



Yayından sonra karaladıklarım...

Bir tedirginlik var tabi…
İlk kez canlı yayına çıkacaktım, yayın bir saat boyunca devam edecek, bir saat boyunca kim olduğunu bilmediğim ve beni niye izlediğini bilemediğim seyircilere kendimi anlatmaya çalışacaktım…
Her ne kadar programın yapımcısı ve sunucusu Mehmet Çevik’le yakın arkadaşlığım ya da kamera karşısındaki deneyimlerim karşılaşabileceğim sorunları çözmekte yeterli olacağını bildiğim halde yaşadığım heyecanı dizginlemeye gücüm yetmiyordu…
“Ne soracaksın Mehmet?”
“Programda görürsün!”
“Kabus gibi!
Bir televizyon kamerasının merceğine bakarak kem küm etmek istemiyorum!
Yayından önce deniz kenarında keyifli bir akşam yemeği yedik, bir süre şehir meydanında dolaştık, onun evine kıyafetlerimizi değiştirdikten sonra Kocaeli Tv’nin yayın yaptığı binaya gittik…
Patronun odasındayız; televizyon kanalının başındaki patronun oğluyla kısa bir sohbet, birer çay, birer soda…
Stüdyodayız; çalışanlarla selamlaşma, mikrofonların bağlanması, ufak bir ışık ayarı; parmaklarımın arasındaki tükenmez kalem ufak taklalar atıyor…
On, dokuz, sekiz…
Bu andan sonra geriye dönüş yok…
Yedi, altı, beş, dört…
Boş veriyorum heyecan yapmayı; her şey olacağına varır nasıl olsa…
Üç, iki, bir…
Kameralar Mehmet’in üstünden canlı yayına başlıyor. Mehmet bir şeyler söylüyor. Ben monitörden Mehmet’in söylediklerini izlerken heyecanımın ilk etkisi kayboluyor. Birkaç yarım yamalak cümlemden sonra stüdyoyu terk eden heyecanım kapının önünde sigarasını tüttürdüğünü duyumsuyorum. Bir saatlik konuşmamız da su gibi akıp gidiyor; sıkılmadan, yorulmadan; sakin bir akış içinde; yıllardır hep aynısını yaparmış gibi…



http://www.facebook.com/#!/video/video.php?v=1447721708225&comments&po=1&notif_t=video_comment



Üç kadın ve on bir erkek…
2.840 metreden 5.364 metredeki Everest Ana Kampı’na tırmanarak dünyanın en zorlu yüksek irtifa yürüyüşlerinden birini gerçekleştireceğiz. Aynı zamanda Nasuh Mahruki ve Yılmaz Sevgül’ü 8.850 metredeki Everest’in zirvesine uğurlayacağız. Bunun için sekiz gün boyunca teknik dağcılık malzemeleri kullanmadan tırmanmamız ve aynı yolu üç gün içinde inerek yüz elli kilometreye yaklaşan parkuru tamamlamamız gerekiyor. Açık alanlarda tuvalet ihtiyacımızı karşılayacak, deterjanın kullanılmadığı mutfaklarda yemeklerimizi yiyecek, pis yataklarda yatmamak için uyku tulumlarımızda geceleyeceğiz. Her ulaştığımız yükseklikte oksijen miktarının biraz daha azalacağı ve atmosfer basıncındaki değişimin ‘Akut Dağ Hastalığı’ adı verilen ölümcül bir rahatsızlığa neden olabileceği söyleniyor…

Önümüzde ‘yak’ adı verilen hayvanlar, biz onların peşinde, her yerde dalgalanan dua bayraklarının altından geçerek ya da dua çemberlerini çevirerek Lukla’nın dar sokaklarında yürüyüşümüze başlıyoruz. Dua bayrakları rüzgarın etkisiyle dalgalandıkça ya da dua çemberleri döndürüldükçe, üstündeki dualar gökyüzüne ulaşmakta, insanlığa iyilik ve güzellik dağıtmaktaymış. Dünyanın en yüksek dağları arasında yürürken ‘Om mani padne hum…’ sevecenlik mantrası kulaklarımızda yankılanıyor. Muhteşem görüntüsüyle karşımıza çıkan Kusum Khangkaru Dağı ‘Namaste’ diyerek bizleri selamlıyor. İlk gecemizi geçireceğimiz Phakding’e kıvrılarak ilerleyen patika yollardan ulaşıyoruz. Biz erkekler oflaya puflaya çaylarımızı yudumlayarak yorucu geçen saatlerimizi değerlendirmekteyiz. Bir ses sanatçısı olarak Antalya’da yaşayan Burcu küçük çocuklarla oyunlar oynuyor. İki kadın arkadaşımız ise yüz bakımlarını yapmış ve kıyafetlerine çeki düzen vermiş bir halde yanımızdan geri dönüyor.

İkinci gün dar patika yolumuz çam ormanlarının arasına yöneliyor. Bu patikada olmayan tek şey araç trafiği; ne bir araba, ne bir bisiklet, ne bir korna sesi; ne de bunlara yön verecek bir trafik polisi! Yüz kiloya yaklaşan yükleriyle aynı rotayı izlediğimiz Şerpalara hayran olmamak elde değil! En sonunda ürkütücü bir köprüyü geçip, toz toprak içindeki patikayı tırmanıp, 3.440 metredeki Namche Bazar’a ulaşıyoruz. İki gündür ayrı yürüdüğümüz Nasuh Mahruki ve Yılmaz Sevgül’le burada buluşacağız. Yol arkadaşlarımızdan birinin Nasuh’un eşi Mine olduğunu da belirmeliyim. Birbirlerine özlemle sarılışları hafızamızda yer ediyor.

Üçüncü günün aklimatizasyon yürüyüşünde tozlu patikaların sonu gelmiyor. Zorlu yokuşları inip çıkarak, yaklara yol vermek için yamaçlara kaçarak ya da asma köprülerin öteki ucunda karşımızdan gelenleri bekleyerek ilerliyoruz. Köylerden geçerken çamaşır yıkayan kadın ve erkekler hepimizin dikkatimizi çekiyor. Bir çeşme başında uzun saçlarını yıkayan kadın, evinin kapısında saçlarını tarayan başka bir kadın, burnu akan çocuklar, küçük kardeşlerine bakıcılık yapan büyük kardeşler, küçücük bakkal dükkanları, penceresi olmayan evler…
Dördüncü günün sabahında üç erkek arkadaşımız zorlu trekking macerasına devam edemeyeceğini söylüyor. 2010 Everest ekspedisyonunun sponsorluğunu yapan Hakan Karaca’yla ilk ayrılanın kadın trekkingcilerimizden biri olacağını düşünmüştük. Yanıldığımız ortaya çıkıyor. 3.820 metredeki Deboche’ye ilerlerken botlarımızın üstündeki tozlardan fazlasıyla rahatsız oluyoruz.
“Akşam pantolonumdaki tozları çıkarmak için saatlerce uğraştım,” diyen Aylin ise önünde yürüyen Mine’ye dert yanıyor.
“Ben de kolonyalı mendille sileyim dedim ama sildiğim yerlerde kolonyanın lekesi kaldı,” diyen Mine’nin de arkadaşı kadar dertli olduğu ortada.

Belli belirsiz bir baş hareketiyle dört gündür ayağımdan çıkarmadığım pantolonuma bakıyorum. Krem renkli trekking pantolonum kahverengimsi bir renk almış. Bir yola kadınlarla beraber çıktıysanız ister istemez bu tür ayrıntıların farkına varıyorsunuz. Günün son molasını için Tengboche Tapınağı’nın bulunduğu meydandayız. Budist rahiplerin dolaştığı bahçede ve tapınak binasının içinde bolca fotoğraf çekiyoruz. Uygun bir tapınak bulabilirse Nepal’de kalmayı düşünen Burcu’nun fazlasıyla etkilendiği gözümüzden kaçmıyor. Onu Budist tapınağında bırakmamak için elimizden gelen çabayı gösteriyoruz. Akşam yemeğinden sonra yakların çanlarından çıkan sesleri dinleyen Burcu ise bir tapınakta yaşamanın hayalini kuruyor olmalı…

Beşinci günün sabahında 4.240 metredeki Pheriche’ye tırmanma hazırlıkları yaparken erkek arkadaşımızdan birine daha veda ediyoruz. İleri doğru gidenlerin arasında devam etmek ya da bırakmak kaygısı hala sürüyor. Ayak damarındaki rahatsızlık yüzünden kortizon tedavisiyle yürüyüşünü sürdüren Aylin’in direnci ise hepimizi şaşırtıyor. Yine tırmanışlar, yine inişler ve bir saatlik yürüyüşün sonrasında Ama Dablam Dağı bütün haşmetiyle kendini gösteriyor. Panoramik keyfine doyum olmayan bir yoldayız; sağ tarafımızdaki nehir gözümüzün görebildiği noktaya kadar uzanıyor, kulaklarımızda coşkuyla akan suların çağıltısı, her adımda biraz daha yaklaştığımız bulutlar…
Altıncı günün aklimatizasyon tırmanışında üç tane 8.000’lik dağ aynı anda karşımıza çıkıyor. Muhteşem bir manzara! Ne kadar şanslı olduğumuzu söyleyen rehberimiz “Everest, Lhotse, Makalu…” diyerek hangi dağın hangisi olduğunu gösteriyor.

Yedinci günün 4.910 metredeki Labuche tırmanışında fazlasıyla zorlanıyoruz. Bir erkek arkadaşımız trekkingi yarım bırakmanın eşiğinden son anda dönüyor. İri kayaların arasında yürüyerek Khumbu Buzulu’ndaki anıt mezarlara ulaşıyoruz. Üst üste konulmuş taşlardan oluşan mezarların çoğunda isim yok. Bir taş parçası da biz ekleyerek Everest dağlarında yaşamlarını yitirenleri anıyoruz. Labuche’ye ulaştığımızda bir Serpanın Akut Dağ Hastalığı’ndan öldüğünü öğrenmek hepimizin moralimizi bozuyor.

Son tırmanış günümüzde Akut Dağ Hastalığı’nın pençesinde kıvranan ben oluyorum. Bir türlü istediğim gibi nefes alamıyor, sabaha kadar boğularak öleceğimi düşünerek can çekişiyorum. Yine de Everest Ana Kampı’na doğru yola çıkmaktan vazgeçmiyorum! Ekibimizden geriye kalan yedi erkek ve üç kadın trekkingciyle Ağrı Dağı’ndan daha yüksek bir noktada yürümeye başlıyoruz. Khumbu Buzulu’nun üzerindeki yürüyüşümüz saatler sürüyor. Her adımda biraz daha yukarıya ulaşıyoruz. Birçok dağcının yalnızca rüyalarını süsleyen yüksekliler ayaklarımın altında; hem de dağcı olmadığım halde, hem de Akut Dağ Hastalığı’nın pençesinde acıyla kıvranırken…
Ya Everest?
O da nazlı bir gelin gibi cilve yaparak Nuptse Dağı’nın arkasına saklanmış, bizi bekliyor, bizi en güzel haliyle karşılayacak…
Biz de onun oyununa katılarak yeniden göz kırpana kadar yürümeyi sürdürüyoruz. Bu güç veriyor! Günlerdir ulaşmaya çalıştığımız hedefimize böylesine yaklaşmışken dağ hastalığı falan kimin umurunda…
Ve 5.364 metrede mutlu son…

NOT: Bu yazı Female Dergisi'nin 'Simurg' köşesinde Eylül 2010 sayısında yayınlanmıştır.

Sabaha karşı Tribhuvan Havaalanı’daydık…

Uyku sersemi karşılaştığımız aksilikler Nepal hakkında fazlasıyla ipucu vermekteydi. Bir takım formları doldurmamız söyleyen görevlilerden yardımcı olmalarını rica ettik. Bu taleplerimize karşılık bulamayınca da Türk işi mantığımızı kullanarak sorunumuzu çözüverdik. Böyle durumlara alışkın olmayan Avrupalılar ise birilerini birilerine şikayet etmekle uğraşıyordu. Onlardan önce havaalanından ayrıldık. Çok eski olmayan minibüsün içinde ilerlerken Nepal’de yaşanılan yoksulluğun gerçek boyutu gözlerimizin önündeydi. Katmandu caddelerinin soldan akan trafiğine, korna seslerine, motorlu ya da bisikletli rikşalara alışmaya çalışıyor, diğer yandan da rehberimizin Nepal hakkında anlattıklarına kulak veriyorduk: Güneyindeki Hindistan ile kuzeyindeki Çin’in Tibet bölgesinin arasına sıkışmış olan ülkenin nüfusu otuz milyona yaklaşmaktaymış, farklı etnik kimlikler taşıyan halkın çoğunluğu Hindu’ymuş, yükseklerde ise Tibet’ten geldiği varsayılan Budist’ler bulunmaktaymış, bu ülkede yaşayan insanlar inançları ya da etnik kimlikleri yüzünden birbirleriyle çatışmazlarmış…

“Size en önemli uyarım araç trafiğiyle ilgili olacak,” diyen rehberimiz Katmandu şehrinin tamamında iki ya da üç trafik lambasının bulunduğunu, geriye kalan kavşakların bir kısmını trafik polislerinin yönlendirdiğini, hatta çoğu kavşakta sürücülerin trafiğe yön verdiğini belirtti. Bu arada bir de uyarıda bulundu. “Burada sürekli korna çalarlar. Arkanızdan gelen bir korna sesi duyduğunuzda paniğe kapılarak ani bir refleks göstermeyin. Kornayı çalan yanınızdan nasıl geçeceğine karar vermiştir, yalnızca arkanızda olduğunu haber veriyordur. Sakince geriye dönerek bakın ve hangi tarafa yöneleceğinize karar verin.”

İkinci uyarısı ise gıdalarla ilgiliydi; açık gıdalardan kesinlikle uzak durmamızı, onay vermediği yerlerde yemek yememizi, musluktan akan sularda dişlerimizi bile fırçalamamamızı söylediği bir dizi öneri…

Bir köprüden geçerken konuyu değiştirerek parmaklarıyla bir yeri işaret etti. Hindistan’daki Ganj Nehri gibi kutsal olduğuna inanılan Bagmati Nehri’nin kıyısındaki Pashupatinath tapınağını gösteriyormuş. En önemli Hindu tapınaklarından birisi olduğunu, geleneklere göre ölen Hintlilerin burada yakıldığını, küllerinin kutsal nehrin sularına savrulduğunu, böylece günahlarından arındığını anlatıyordu. Bu arada yanan cesetlerin ağır kokusunu burnumda duyumsadım; ya da bana öyle geldi…

Bir gün sonra özgürce dolaşan maymunların, ziyaretçilerin yiyeceklerini, şapka ya da gözlüklerini çalabildiği Swayambu Tapınağı’na gidecekmişiz. Devamında Unesco tarafından kültür mirası olarak koruma altına alınan Durbar Square gezimiz olacakmış. Everest Ana Kamp’ına yapacağımız trekkinginden geriye döndükten sonra da dünyanın en büyük Budist tapınağı olarak bilinen Bouddhanth’ı gezecekmişiz…

İki yıldızlı otelimizin dağcılık malzemelerinin satıldığı Thamel Mahallesi’ndeydi. Muhteşem olmasını beklemiyordum ama düşündüğümden daha kötüydü. Bir yerlere dokunmamaya çalışarak eşyalarımı yerleştirdim. Kahvaltı sırasında deterjan kullanılmadan bulaşıkların yıkandığını duymak ise hiç hoşuma gitmedi. Eksik trekking malzemelerimizi tamamlamak için bizleri serbest bırakacağını söyleyen rehberimiz, alışveriş sırasında sıkı sıkıya pazarlık yapmamızı tembihledi. Uzun uçak yolculuğu sonrasında dilini bilmediğim, yazılarını okuyamadığım, paralarını tanıyamadığım, hem benim gibi, hem de benden çok farklı insanların arasındaydık. Bir ara oda arkadaşımla dolaşırken karşımızdan gelen Budist rahibi bize gülümsedi. Biz de karşılık verdik. Elindeki papatyayı gülümseyerek bize uzattı. Biz gülümsemeye devam ediyorduk. Elini yüzümüze doğru uzatarak parmağındaki kırmızı boyayı anlımıza sürdü, dualar ederek başımıza birer sarıpapatya koydu.

“Namaste,” diye teşekkür ederek yanından ayrılmak istedik.

Bu kez de elini açarak para istedi. Bu bir dilencilik miydi? Yoksa bir tür ibadet mi? Bir miktar para vererek anlımızdaki boyalarla yolumuza devam ettik. Bilmediğiniz bir kültürün içindeyseniz, ne zaman ve nasıl bir sürprizle karşılaşacağınızı anlayamıyorsunuz. Her an kandırılabilirmişiz korkusuyla Thamel Mahallesi’nde dolaşırken her gördüğümüzün fiyatını sorup, çoğu zaman pazarlığa tutuşup, pazarlıkta anlaşsak da, anlaşmasak da, daha iyisini ya da daha ucuzunu buluruz umuduyla dolanıp durduk. Çok sık birbirimizle karşılaşıyor, ne aldığını ve kaç para ödediğini öğrenmeye çalışıyorduk.

Kaz tüyü montunu göstererek “1.800 Rupi,” diyordu.

“Orijinal mi?”

“Orijinalimsi…”

Gülüşmeler arasında kaç paradan söz ettiğimizi anlamaya çalışıyorduk; 70 Rupi 1 Amerikan Doları, 1 Amerikan Doları 1,55 Türk Lirası ediyorsa, 1.800 Rupinin kaç Türk Lirası ettiğini buyurun hesaplayın…

İlk başlarda her kafadan bir ses çıkarken ve herkes kendince birbirinden farklı çapraz kur hesapları yapmaya çalışırken, soruyu sorduğunuz kişi daha da kafanızın karışmasına neden oluyordu.

“Ben 1.400 Rupiye termos almıştım, 20 dolara denk geliyordu, o da yirmi dolardan biraz fazla ediyordur.”

“Pazarlık etsem biraz daha düşer mi?”

Bize pazarlık etmeden alışveriş yapmamamız tembihlendiği için sonuna kadar fiyatları zorladığımızı söylemeye gerek yok. Günün sonuna yaklaştığımızda gereğinden fazla abarttığımızı anladık. Örneğin trekking batonlarını 1.000 Rupiye bulmuş ve daha aşağıya çekmeye çalışmıştık. 900 Rupi olması için söylemediğimiz kelime kalmamıştı. Yarım saat sonra 950 Rupiye anlaştık. O kadar zamanımızı yarım lira için tüketmiştik; üstelik o fiyata baton bulabilmek için kim bilir ne kadar daha zaman öldürmüşüzdür. Bu arada bizi böyle bir komikliğe iten nedenleri de ortaya koymalıyım.

Bir litrelik pet su şişesinin “Kaç para?” olduğunu soruyorsunuz.

Karşınızdaki Nepallinin nasıl bir yanıt vereceği hiçbir biçimde aklınıza getiremezsiniz.

“Sen kaç para verirsin?”

Bir litrelik pet su şişesi için böyle bir konuşma yaşanılıyorsa, diğer malzemelerimizi alırken yaşadıklarımızı hayal gücünüze bırakıyorum.

Akşam yemeğinde herkes yediğinden memnundu. Kimi pizza, kimi makarna yerken, ben biraz daha yöresel bir seçim yaparak Nepali Platter yemeği tercih ettim. Tabağımda dört çeşit yiyecek konulmuştu; ikisi kuşyemine benziyordu, üçüncüsünün yağda kavrulmuş baharatlı fıstık olduğunu anladım, dördüncüsü ise kurutulmuş ve baharatlı bir yağda kavrulmuş et olmalıydı; iki küçük parça da baharatlı yufka ekmeği vardı; ayrıca da yemeğimin yanına soğuk bir Everest Birası…

Yemek sırasında beş yüz yıl önce Tibet’ten göç ederek Everest’in eteklerinde yaşamlarını sürdüren Şerpalar konuşuluyordu. Bu küçük insan topluluğu yükseklerde yaşamaya alışkın olmaları, az oksijenle yetinebilmeleri, güçlü oldukları için fazlasıyla yük taşıyabilmeleri ve soğuğa dayanıklı olmaları nedeniyle dağcıların vazgeçilmez yardımcılarına dönüşmüşler; tırmanış sırasında çadırlarını Serpalar kuruyor, üst kamplara götürülecek yüklerini taşıyor, yemeklerini hazırlıyor, rotalarını, güvenlik araç ve gereçlerini, iplerini, boltlarını onlar döşüyormuş. Bu nedenle son elli yıldır Nepal’deki yüksek zirvelere tırmanan dağcıların başarılarına çok fazla katkıları olmuş…

Birçoğumuzun Katmandu’daki gece hayatını da merak ediyorduk. Yemekten sonra Thamel Mahallesi’nde dolaşmaya başladık. Eğlence mekanlarındaki müziklerin sokaklara taşması kafamızdaki sorulara yanıt oldu. Birçok yabancı da bizim gibi sokaklardaydı. Herkes kısıtlı zaman geçireceği Katmandu’da gecesini renklendirmenin uğraşındaydı. Bir arkadaşımla yürürken gördüğümüz mekanlardan hangisinin daha eğlenceli olabileceğini konuşuyorduk.

“Tom ve Jerry Bar’a gidin, buraların en iyisi orasıdır,” diye arkamızdan bir ses geldi.

Geriye döndüğümüzde peşimizde yürüyen iriyarı bir Türk bize gülümsedi. Yurtdışında beklenmedik bir anda karşıma çıkan Türklere alışık olduğumdan çok şaşırmadım. Yine de bu kadar çabuk olmasını beklemiyordum. Kısa bir sohbet sonrasında referans verdiği bara girdik. Bu arada Thamel sokaklarında çok fazla uyuşturucu satıcısının olduğuna ve aynı biçimde cinselliğin de pazarlandığına tanık olmuştuk.

“Smoke?”

“Layd?”

Bir dolarla evini geçindiren insanların ülkesinde gördüklerimiz normal sayılabilirdi. Anormal olan ise hırsızlık ya da kapkaç gibi adi suçların nadiren yaşandığı, daha da anormal olanı Nepallılar birbirleriyle kavga etmediği, birbirlerine bağırıp çağırmadıkları, sorunlarını gülümseyerek çözdüklerinin söylenmesiydi. Şehir merkezinde karşılaştığımız keşmekeşliğin, korna seslerinin, toz ve pisliğin içinde barış içinde yaşanılabildiğine pek inanmak istemedim. Yine de Katmandu’nun bir gününü ve bir gecesini yaşamıştım. Bu zaman boyunca Amerikan Büyükelçiliği’nin önünde otomatik silahlarıyla nöbet tutan Amerikalı askerlerin dışında silahlı kimseyle karşılaşmadım…

Silah olmadan Nepal gibi bir ülkede adalet sağlanabiliyorsa bundan ders çıkarmasını bilmek lazım…

NOT: Bu yazı Female Dergisi'nin (http://www.female.gen.tr/) Ağustos 2010 sayısında yayınlanmıştır...

Namaste…

Female Dergisi…
İki bin on yılının temmuz sayısı…
Derginizin sayfalarını teker teker aralayarak şimdiki satırlara ulaştınız. Bu satırlarla başlayan dostluğumuzun uzun soluklu olmasını dileyerek yazımızı sürdürelim…
İlk platonik aşkı, ilk gerçek aşkı ve aşkların en büyüğünü Antalya’da yaşamış biri olarak, yeri ve zamanı geldiğinde, aşklarımdan kesitleri satırlarımın arasında okuyacak, belki de bir erkeğin bakış açışıyla aşkın ne anlama geldiğine tanık olacaksınız.
Bu şehirde çocukluğunu ve gençliğini yaşamış, eş olmuş, baba olmanın gururunu taşımış bir adamın penceresinden, aile kavramının yaşamı nasıl kolaylaştırdığını ya da altından kalkılamayacak ilişkiler yumağına nasıl dönüştüğünü, insanın evlilik sürecindeki varoluş çabalarını, bir ‘baba’ olmanın anlamını, duygu ile aklın çatışmasını, özveriyi, kıskançlığı, nefreti satırlarımın arasında bulabileceksiniz.
Çok uzun yıllar boyunca Antalya’da sürdürdüğü iş yaşamında, kimi zaman çok kazanmış, kimiz zaman kazandığından fazlasını kaybetmiş, bu arada Türkiye’nin tamamını dolaşmış bir işadamının gözünden iş dünyasının acımasızlığını da satırlarımın arasında görebilirsiniz.
A.Ü. DTCF Tiyatro Bölümü’nde üniversite eğitimini tamamlayan, birçok romanı ve tiyatro oyunları bulunan bir yazar olarak Antalya’daki sanat yaşamını anlatan satırları gördüğünüzde de şaşırmayın.
Bir tiyatro oyununu da eleştirebilirim…
Bir kitap da önerebilirim…
Bir yolculuktan geriye kalanları…
Bir rüyayı…
Bir aşkı…
Her ay yeniden karşılaştığımızda, geçmişte yaşadıklarımı sizlerle birlikte anımsamaktan, geleceğe yönelik umutlarımı ya da hayal kırıklıklarımı paylaşmaktan heyecan duyacağım; belki de geçmişin sıkıntılarını ya da gelecek kaygılarını bir köşeye bırakarak içinde bulunduğumuz zaman diliminin tadını çıkarırız…
Bu yazımda dünyanın en büyük ve en yüksek dağlarını içinde barındıran Himalayalara yaptığım yolculuktan söz edeceğim. Bu sıradağlarda 8.000 metreden yüksek birçok dağ bulunuyor. Nepal ile Tibet sınırı arasındaki Everest Dağı da 8.850 metreyle dünyanın en yüksek zirvesine sahiptir. Her yıl yüzlerce dağcı oraya ulaşmak için şansını dener. Bir kısmı zirveye ulaşmayı başarır, bir kısmı zirve yolunda yaşamını yitirir, büyük bir çoğunluk ise hayalini gerçekleştiremeden evine döner.
Bu yıl, Antalya bölgesi dağcılarından Yılmaz Sevgül, Everest’in zirvesine ulaşmayı başaran iki Türk dağcıdan biri olarak tarihe geçti. Akdeniz Üniversitesi Spor Meslek Yüksek Okulu’nda öğretim görevlisi olan Yılmaz Sevgül’ün başarısı Antalya için çok büyük bir gururdur.
Nisan ayının başlarında Nasuh Mahruki ile Yılmaz Sevgül, Cantek firmasının sponsorluğunda düzenlenen ekspedisyonla Nepal’e gitmişti. Antalya’dan başlayarak 5.400 metre yükseklikteki ana kampa kadar dağcılarımıza eşlik eden maceracı ekibin içinde ben de yer almıştım. Yolculuğumuzun birkaç günü Nepal’in başkenti Katmandu’da, önemli bir kısmı ise dünyanın en zor trekking rotası olarak kabul edilen Lukla ile Everest Ana Kamp’ı arasında geçmişti. Birlikte yola çıktığımız iki dağcımız ise haftalar süren tırmanışları sonrasında Everest’in zirvesine ulaşmayı başardı.
Dünyanın en yoksul ülkelerinden birisi olan Nepal’i görmek, farklı etnik kökendeki Nepal halkının barışı nasıl koruyabildiğini anlamaya çalışmak, yüksek dağlarda yaşayan Şerpaların ilginç yaşamlarına tanıklık yapmak ve profesyonel dağcılarının zorlanarak ilerlediği trekking rotasında, hiçbir dağcılık deneğimi olmayan bir grup maceracıyla birlikte kendi sınırlarımı sınamak…
Katmandu izlenimlerimi Ağustos sayısında sizlerle paylaşacağım. Eylül ayının yazısı ise Lukla ile Ana Kamp arasındaki tırmanışımızın anlatıldığı Everest trekkingi olacak. Herhalde sonraki yazımda da Nasuh Mahruki ve Yılmaz Sevgül’ün dünyanın en yüksek noktasına nasıl ulaştığının öyküsünü yazarım.
Bu yolculuk sırasında Nepallilerin çok sık tekrarladığı bir kelimeyi sizlerle paylaşmak istiyorum; her karşılaşmamızda, her ayrılışımızda, bir şeyler verdiklerinde, bir şeyler aldıklarında, teşekkür ederlerken, sevgilerini sunarlarken hep aynı kelime…
Namaste…
‘İçindeki ışığı gördüm,’ demekmiş…
“Namaste!”

NOT: Bu yazı Female Dergisi'nin (http://www.female.gen.tr/) Temmuz 2010 sayısında yayınlanmıştır...

Erkekliğe doğru bir adım daha…
Bu günlerde oğlum kendinden biraz daha küçük bir kıza aşık oldu; biraz daha düşünceli, biraz daha durgun, biraz daha suskun…
Bir türlü giydiği kıyafetleri üstüne yakıştıramıyor; birini çıkarıp diğerini deniyor; her zamankinden biraz daha temiz, biraz daha titiz…
Artık facebook’unda Amerikan futbolu oynayanların yerinde aşkı anlatan animasyonlar var; aşk filmleri izliyor; aşkı konuşmak, hiç kimsenin böyle sevmediğini ve sevilmediğini anlatmak istiyor…
Her anını sevdiği kızla geçirmeye çalışıyor; onun sokağa çıkacağı anı kapısının önünde bekliyor, onunla saatler boyunca hiçbir şey yapmadan durabiliyor, bir plastik topu saatlerce ona atmaktan yorulmuyor, onun basketbol oynarken yaptığı becerisizlikleri görmezlikten geliyor; bir güzel sözünün uğruna yapamayacağı fedakarlık yok…
O tür duygularınızı anımsar gibi oldunuz mu?
Bu durum bağımsızlaşmasının en büyük göstergesi gibi görünse de daha büyük bir deneyimi dün gece yaşadı. Bir iş gereği iki günlüğüne seyahate çıkmak zorundaydım. Onu da yanımda götürebilirdim. Böyle yapmak yerine iki geceyi ben olmadan geçirip geçiremeyeceğini sordum.
Hiç düşünmeden “Tamam,” dedi.
Tamamsa, tamam!
İçgüdüsel bir davranışla buzdolabını yiyecek ve içecekle doldurdum. Bu kadarıyla da yetinmeyerek üniversite günlerinden sonra ilk kez mercimek çorbası yapmayı denedim…
O yıllarda iki göz odası olan bir gecekonduda kalıyorduk. Suyumuzu mahallenin çeşmesinden alıyor, elektriğimizi kaçak kullanıyor, bu yüzden ısınmak ve yemek yapmak için elektrik ocağından faydalanıyorduk. Çok sık rezistansları bozulan ocağın üstünde su dolu bir tencere, içinde zıplayan kırmızı mercimek taneleri, aradan geçen saatler, kırmızı tanecikler hal değiştirerek yoğun bir sarı sıvıya dönüşmekte, tuz, yağ, biber derken tadını bulmakta, bazen fantezi niyetine kimyon koyarsın, bazen tarçın…
Bu kez doğal gazla çalışan ocağın üstüne kocaman bir tencere yerleştirdim. İçine dört litre su doldurdum. Su kaynamaya başlayınca bir kilogram kırmızı mercimeği tencereye boşalttım. Bu sırada internetteki yemek tarifleri aklıma geldi. İlk olarak mercimeği yıkamak, ince doğranmış soğanları yağ ve salçayla kavurmak gerekirmiş. Bunları yapmak için geç kalmıştım. Tariflerle zaman yitirmek yerine bildiğim gibi pişirmeye devam ettim; göz kararı zeytinyağı, göz kararı salça, bir tutam kırmızıbiber…
Sarıya dönerek şişmeye başlayan mercimek taneleri tencereye sığmaz oldu. Bir kısmını ikinci tencereye aktararak iki tencere mercimeği bir arada kaynatmaya başladım. Aradan saatler geçtiği halde istediğim kıvamı elde edemiyordum. Bu sırada tencerelerin kapağını açıyor, dibi tutmasın diye karıştırıyor, ama fokurdayarak kendini dışarı atmaya çalışan çorba damlacıklarına engel olamıyordum; bir kısmı fayans duvara, bir kısmı yerdeki seramik zemine sıçrarken, en acı vereniyse parmağıma ve koluma gelen iki damla…
Bu arada otobüsümün saati iyice yaklaşmıştı. Göz kararı tuz ile cam kavanozun dibindeki naneyi iki tencere mercimeğe paylaştırdıktan sonra ocağın üstünden tencereleri aldım. Oğlumla beraber tuzunu fazla kaçırdığım çorbadan birer tabak içtik. Bu arada neden onu bırakarak işe gittiğimi sordu.
“Bana çok çalışmalısın, çok para kazanmalısın, diyorsun ya! Ben de senin dediğini yapıyorum,” dedim.
Söylediklerinin önemsenmesi hoşuna gitti.
Yalnız kalmaktan korkup korkmadığını sordum. Korkmadığından kesinlikle emindi! Hatta otobüsümü kaçırmamam için beni uyardı. Eşyalarımı toplamama yardımcı oldu. Beni merdivenlerin başına kadar uğurladı. Birbirimize sıkıca sarıldıktan sonra basamakları koşar adımlarla inmeye başladım.
“Seni çok seviyorum!” diye arkamdan seslendi.
Alt koridorların birinde oğlumu görebileceğim bir açıda durdum.
“Ben de seni çok seviyorum!” diye karşılık verdikten sonra apartmanı hızla terk ettim.
Şu anda Silifke’deyim…
Bir çay bahçesine oturmuş, bu satırları yazıyorum…
Bu arada ona “Ne yapıyorsun?” diye bir mesaj çektim.
O da “Evdeyim, saat beşte dışarı çıkacağım,” diye bir mesaj gönderdi.
Her şey yerli yerindeydi!
Yaşamın tenceresinde birçok şey bir arada kaynayabiliyor; bazen aşk, bazen iş, bazen gençlik, bazen annelik ya da babalık birbirine karışıyor…
Mercimek çorbası yapar gibi; bazen malzemeler yıkanmadan tencereye atılıyor, bazen tencerelere sığmıyor, bazen soğanı unutuluyor, bazen tuzu fazla kaçıyor…
En önemlisi ise kaynayan tencereden aldığın bir kaşık çorbayı üflemeden yemeye çalıştığında feci bir halde ağzını yakıyor…
Yaşamak böyle bir şey galiba…

Yolculuk ikinci kez Sinop’a…
Bu kez arabamla gitmeye üşenerek otobüse biniyor ve sabahın erken saatlerinde Sinop otogarında iniyorum. Bir iş görüşmesi için merkezin on kilometre kadar dışındaki yeni cezaevine uğrayacağım. İnsanı huzursuz eden önlemlerden geçerek görüşmemin ilk aşamasını gerçekleştiriyorum. Üç saat sonra yeniden buraya gelmem gerekiyor. Orada zaman öldürmek yerine şehir merkezine dönüyorum. Boş zamanımı kahvaltı yaparak değerlendirmek isteyince Zeyden Mutfak adındaki pastaneye yönlendiriliyor ve 10 TL karşılığında olağanüstü bir kahvaltı yapıyorum; peynir pane, kızartılmış peynir, üç çeşit peynir çeşidi daha, yeşil ve siyah zeytin, iki çeşit reçel, bal, kaymak, domates, yağda yumurta, kızarmış tost ekmeği, pet şişede su ve limitsiz çay keyfi…
Kahvaltı sonrasında bir taksiye binerek yeni cezaevine geri dönüyorum. Bu arada ‘Gölge etme başka ihsan istemem’ diyen filozof Diyojen’in heykeli dikkatimi çekiyor. Onun Sinoplu olduğunu öğreniyorum. Taksi şoförü Tarihi Sinop Cezaevi’nin önünden geçerken de, geçen yıl 50.000 kişinin cezaevini ziyarete geldiğini söylüyor. Pek şaşırmıyorum. Bu ziyaret akınının ‘Parmaklıklar Ardında’ dizisinin etkisi olduğu hakkında görüş birliğine varıyoruz.
Yeni cezaevinde yeniden güvenlik önlemlerinden geçiyor, işimi bitirdikten sonra bir daha oraya dönmemek üzere ayrılıyorum. Bir kez daha şehir merkezindeyim. Bugün fazlasıyla cezaevi muhabbetine takılmış olmalıyım ki, içimden bir ses Tarihi Sinop Cezaevi’ni ziyaret etmemi söylüyor. O sesin peşine takılarak müzeye dönüştürülmüş cezaevine yöneliyorum. Bu sırada müze kartımın yanımda olmadığını fark ediyorum.
Cüzdanımdan para çıkarırken “Müze kartım yanımda olsaydı para ödemeyecek miydim?” diye öylesine soruyorum.
Müze görevlisi “Kartınız var mıydı?” diyor.
“Yanımda değil.”
"Olsun, buyurun,” diyen görevli ödeme yapmadan içeri girmeme izin veriyor.
Pek alışmamışım, şaşırıyorum…

Tarihi Sinop Cezaevi’nin 1882 yılında iç kalenin güneyinde kalan bölümüne Sinop mutasarrıfı Veysel Bey tarafından yaptırılmış. 1979 yılında çıkan bir isyanda umumi cezaevi mahkumlar tarafından yakmış. 1996 yılına kadar cezaevi olarak kullanıldıktan 1999 yılında kültürel amaçlı kullanılmak üzere Kültür Bakanlığı’na devredilmiş.
İdari binanın içinden geçerek yüksek duvarları dikenli tellerle örülmüş birinci kısma doğru ilerliyorum. Yüzlerce yıldır oradaki varlığını koruyan duvarın defalarca tamir edildiği her halinden belli oluyor; son olarak sıvanmış, beyaz bir boyayla boyanmış, günümüze gelene kadar sıvaların dökülmüş, boyaların silinip gitmiş, vs…
Biri ahşap ve diğeri demir parmaklıklardan oluşan iki kapıdan geçerek geniş avluya ulaşıyorum. Uzun yıllardır avluda cezasını çekmekte olan bir incir ağacı, sonradan duvara eklendiği belli olan bir çeşme, barfiks için demir bir düzenek ile birkaç spor aletinin bulunduğu avlusunda bir süre volta atıyorum. İki katlı taş binanın ne kadar sağlam olduğu kanıtlanmak istenircesine köşe taşları özenle yerleştirilmiş, çatısı kiremitten örülmüş, bir zamanlar duvarları sarıya boyalıymış, dekoratif görsellik sağlamak amacıyla pencerelerin taş pervazları için kırmızı renk tercih edilmiş; şimdi ise bütün renkler birbirinin içine geçerek pastel renklere dönüşmüş… Pencereden kaçmayı düşünenlere ‘Hiç aklından geçirme!’ diye bağıran demir parmaklıklar iyiden iyiye paslanmış, iç yüzeyinde kendisi kadar paslanmış olan tel bir sineklik, onun iç yüzeyinde ise bir cam pencere… Yabani otların bir kısmı taş duvarlarda filizlenmiş, daha yukarılara tırmanmaya çalışmakta, bir kısmı ise demir parmaklıklar ile tel sinekliğin arasından dışarıya bakmakta…
Çürümeye yüz tutmuş demir kapıyı geçerek binadan içeri giriyorum. Gri ve beyaz boyaları birbirine karışmış koridorları, kırmızı ve sarı boyalarına yazılar kazınmış koğuşları dolaşıyorum. Mozaikten dökülmüş pervazlara tutunarak merdivenleri tırmanıyorum. Üst kattaki koğuşların penceresinden avluya bakarken duvar kalınlıklarının neredeyse bir metre olduğunun farkına varıyorum...
Abartılı anlatımlarıyla tanıdığımız Evliya Çelebi de Sinop’taki cezaevini ‘Büyük ve korkunç bir kaledir. 300 demir kapısı, dev gibi gardiyanları, kolları demir parmaklıklara bağlı ve her birinin bıyığından 10 adam asılır nice azılı mahkumları vardır. Burçlarında gardiyanlar ejderha gibi dolaşır. Tanrı korusun, oradan mahkum kaçırtmak değil, kuş bile uçurtmazlar,’ satırlarıyla tanımlıyor…
İlk dolaştığım alandan çok daha büyük olan ikinci kısmın geniş avlusundan geçiyorum. Taş binadan içeri girdimde, tavanın kirişinde ‘Kan kanla değil, su ile yıkanır. Öç almanın sonu yoktur.’ yazısı karşıma çıkıyor. İmza olarak da William Şhekspir yazılmış. Bu tiyatro adamının adını okunduğu gibi yazılmasının komik bir hikayesi olabileceğini düşünerek gülümsüyorum. İkinci kata çıktığımda ‘Kan öcle değil, suyla temizlenir.’ yazısıyla karşılaşıyorum. Bu kez alıntı yapılan yazarın adı W. Shakespeare yazılarak alt kattaki hata düzeltilmiş. Hangi çeviri daha doğru ki?
İkinci kattaki koğuşların bazılarını ‘Parmaklıklar Ardında’ dizisinin setine dönüştürmüşler. Ziyaretçilerden biri ‘Dizidekinin aynısı!’ diyor. Müzenin en ilgi çeken bölümünün burası olduğunu düşünüyorum. Kilitli demir kapının gözetleme deliğinden bir koğuşu anımsatan mekana bakıyorum; oyuncular dışında her şey yerli yerinde; gerçek bir cezaevi koğuşu, gerçek olmayan bir cezaevi koğuşuna dönüştürülmüş; hangisinin yanılsama olduğu belli değil. Mozaik basamaklardan alt kata doğru inerken ‘Hatasız dost arayan dostsuz kalır.’ yazısıyla uğurlanıyorum.
Neden böyle bir söz?
Avlunun demir parmaklıklı kapısından diğer bölüme geçiyorum. Bu bölümün avlusunda kocaman bir çınar ağacı yükseliyor. Bir avludan başka bir avluya geçiyor, hücrelerin bulunduğu bölüme giriyor, içimi bir ürperti kaplayınca oyalanmadan kendimi dışarıya atıyorum. Kadınların koğuşlarını binaların arka cephesiyle yüksek surların arasına sıkışmışlar. Pek güneş görmüyor. Taş duvarların neminden erimiş boyaları, dağılmaya yüz tutmuş parmaklıkları ya da kapılarını gördükçe mahkumların nelerle karşı karşıya kaldıklarını düşünmek bile istemiyorum. Dar koridorlardan geçerek başladığım noktaya ulaşıyorum. Çıkışa doğru ilerlerken 1939 yılında yapılan iki katlı, dokuz koğuşlu Çocuk Islah Evi’ne de uğruyorum. Diğer binalardan daha bakımlı gibi görünse de diğerleri kadar çürümüş; dış duvarlarda sarı ve kırmızının birbirine karışmasından oluşan pastel bir pembelik, hemen girişte yeşil ve beyaz boyalı bir mescit, gri ve beyaz koridorlar, aynı renk merdivenler, aynı renk alaturka tuvaletler, beyaza boyanmış koğuşlar; hepsi de birbirinde cansız…
Çocuk Islah Evi’nin avlusunda çıkışa doğru yürürken denizin olduğu yöne doğru başımı çeviriyorum. Yüksek beton duvarlar gökyüzü dışında hiçbir yerin görünmesine izin vermiyor. Tarihi Sinop Cezaevi’ne geldiğim andan beridir aklımda dolanan Sabahattin Ali’nin ‘Aldırma Gönül’ şiirinden mısralar şimdi de dilimde…
Görmesen bile denizi, yukarıya çevir gözü…
Ben de Sabahattin Ali’nin dediği gibi yapıyorum…
Deniz gibidir gökyüzü…
Sabahattin Ali’nin dediği gibi deniz gibiydi gökyüzü…
Aldırma gönül, aldırma…
Aldırmamak olası mı?



Sinop...

Zaman akıyor…
Gün geçiyor, günler geçiyor…
Arkası arkasına geçip giden günleri izlerken, bir bakıyorsun ki yıl geçmiş, yıllar geçmiş…
Geçip giden yılların bir gününde, kollarının arasında ufacık bir bebek buluyorsun; mutlu bir bebek; bebek sana gülümsüyor, sen ona gülümsüyorsun…
Hafta geçiyor, haftalar geçiyor…
Arkası arkasına geçip giden haftaları izlerken, bir bakıyorsun ki yıl geçmiş, yıllar geçmiş…
Mutlu bebek, önce emekliyor, sonra yürümeye başlıyor, her geçen yılda biraz daha büyüyor; bu arada mutlu bebek farkında olmasa bile annesiyle babası mutlu bebeğin daha mutlu olması için çırpınıp duruyor, bu arada yıpranıyorlar, birbirlerini yıpratıyorlar...
Ay geçiyor, aylar geçiyor…
Arkası arkasına geçip giden ayları izlerken, bir bakıyorsun ki yıl geçmiş, yıllar geçmiş…
Mutlu bebek duyamayanların arasında ilkokula başlıyor, konuşulan her şeyi duyamasa da yaşamda anlaması gerekenleri fazlasıyla anlıyor; işin özü mutlu olmakta; o zaten doğduğu günden beridir mutlu bir bebek; gerisi kimin umurunda…
Zaman hızla akıyor…
Mutlu bebek ortaokula herkesin her şeyi duyabildiği okulda başlıyor; ilk başlarda öğretmenleri ona yardımcı olamayız diye panik yapıyor, ilk panik çabuk geçiyor, mutlu bebek mutluluk içinde ortaokulu bitiriyor, öğretmenleri de onun gibi öğrenciyi okutmuş olmaktan mutluluk duyuyor…
Mutlu bebek kalecilik yapmayı kafaya koyuyor; niyeti İngiltere Premier Ligi’ndeki Chelsea’nin kalecisi Petr Cech’in yerini almak; zaman içinde hedefinin düşündüğünden çok daha büyük olduğunu kavrıyor; o hedefe ulaşamayacağını anlayınca kalecilik macerasını askıya alıyor; bu arada on sekiz yaşından küçüklerin bulunmadığı işitme engelliler ligindeki bir takımın ikinci kalecisi olacak kadar iyi ve ilk kaleci olması an meselesi…
Zaman hızla akmaya devam ediyor…
Mutlu bebek son bir yıldır liseye gidiyor; eğitim yılının son günlerine yaklaşılırken, o okulundaki herkesten ve okulundaki herkes de onun iyi bir insan olmasından memnun; örnek bir öğrenci, birbirini yıpratmayı sürdüren anne ve babasına yük getirmemeye özen gösteren bir ergen…
Mutlu bebeğin kalecilik hayalinin yerini Amerikan Futbolu alıyor; bu kez hedefi dünyanın en iyi takımında oynamak yerine başarılı bir oyuncu olabilmek; üniversite yıllarında oynayacağı takıma şimdiden yatırım yapıyor; hepsi ODTÜ öğrencisi ya da mezunlarından oluşan METU Falcons Amerikan Futbol takımının tek liselisi olarak sevilen bir oyuncusu olmayı başardı; bir lig maçında kısa bir süreliğine maça bile çıktı; önümüzdeki sezon takımın vazgeçilmez bir oyuncusu olabilmek için bütün gücüyle antrenmanlarını sürdürüyor…
Mutlu bebek son günlerle hangi üniversiteye gitmesinin kendisi için daha uygun olacağını anlamaya çalışıyor…
Mutlu bebek çevresindeki yaşamın çok zor geçtiği iki bin on yılının beş mayıs günü on altı yaşına giriyor; yüzünde ergenlik sivilceleriyle dolaşıyor olsa bile babasının gözünde hala mutlu bir bebek; mutlu bebek ise mutlu bir genç olabilmenin peşinde…
Tutkun’umu ‘mutlu bebek’ diyerek sevmeyi yüreğimin bir köşesinde gizlemeye karar verdim; belki uykuda saçlarını okşarken, belki belli etmeden yüzüne dokunurken, belki sıkı sıkıya sarılırken…
O bundan sonra benim için mutlu bir genç…

Daha Yeni Kayıtlar Önceki Kayıtlar Ana Sayfa