Blogger Template by Blogcrowds

KRAVAT


Bir kravat...
Rengarenk bilardo topları…
Farklı sayılar…
Bir hayli uzun bağlanmış kravatın üstünde açık mavi bir takım elbise, içinde beyaz bir gömlek; kravata misilleme yaparcasına ikisi de birbirinden yıpranmış…
Lokantadan içeriye girdiğimde, ellili yaşların ortalarındaki kravatın sahibi, birbirine birleştirilmiş dört beş masanın altındaki ekmek kırıntılarını özenle paspaslamaktaydı. Beni görünce saygıyla kenara çekildi. Gülümsedi. Ben de gülümseyerek işine engel olmayacak bir masaya oturdum.
“Hoş geldiniz,” dedi.
“Hoş bulduk,” dedim.
Bir garson servis açtı. Siparişimi aldı. Boş mekanda, boş gözlerle, bilardo toplarıyla dolu kravatın sahibini izlemeye başladım; seçeneksizlikten belki de…
“Kaybedersen çok canın yanar, dedim ona…” dedi.
Hiç neden yokken başlayan konuşmasının benimle ilgili olup olmadığını anlayamadım. Kendini masanın altındaki ekmek kırıntılarına kaptırmış olan güleç yüzlü adam benimle konuşmuyordu. İçeride başka müşteri olmadığından benim dışımda birisiyle konuşuyor olamazdı. Kafadan sakat birine de benzemiyordu…
“Bu işler öyle kolay değil, adamın canı yanıyor, üzülürsün sonra, dedim…” dedi.
Bir şeyler söylemem gerekiyormuş gibime geldi.
“Kalabalık bir grup muydu?” gibisinden bir soruyu ağzımda yuvarladım.
“İlk adaylığıymış,” dedi, gülümseyen yüzüyle bana doğru dönerek.
Kravatındaki bilardo toplarına takılmamak olanaksız…
Anladığımı ifade eden bir baş hareketiyle kendisine katıldığımı belirttim.
“Ben gelmeden önce gittiler galiba…”
Laf olsun diye söylediğim o kadar belli ki…
“Yemeğe getirmiş bütün hepsini…”
“Kalabalıkmışlar,” diye ilk sorduğum soruyu kendim yanıtladım.
Ben rengarenk bilardo toplarının doldurduğu kravatı düşünürken, o da az önceki kalabalığın hikayesini anlatmaya başladı; iktidar partisinden belediyenin adayıymış, ilk adaylığıymış, onları yemeğe getirmiş, bu işler öyle göründüğü gibi değilmiş, kazanırsan iyiymiş ama kazanamayanların çok canı yanarmış, insan ne olduğunu anlayamadan güme gidermiş…
“Bu işler zor işler,” diye lafının sonuna ekledim.
Ekmek kırıntılarına hamle yapmak için masanın altına uzandığı sırada söylediğim söz fazlasıyla ilgisini çekti. Yeniden doğrularak yanıma yanaştı. Kravatındaki bilardo toplarını saymak istiyorum ama adamın yüzüne bakmak yerine kravatına odaklanmak yakışıksız olacaktı.
“Biz de zamanında bu işlere girmiştik,” derken bir adım daha yaklaştı. “Her şeyimi siyaset uğruna kaybettim. Bu siyaset berbat bir şey, elinde avucunda ne varsa alıp götürüyor, yok ediyor insanı…”
İnsan bilardo toplarıyla dolu bir kravatı neden boynunda dolaştırır ki?
Güleç yüzlü adamı boynundaki kravatıyla, beyaz gömleğiyle, açık mavi takım elbisesiyle binlerce kişiye seslenirken düşünüyorum; ‘En büyük başkan, bizim başkan!’ sloganları, alkışlar, bağrışmalar, mikrofon cızırtıları arasında ‘Kravatına kurban olurum başkanım!’ diyen fanatik bir partili…
“Yüzde doksan dokuzla kaybettim.”
Ne demek yüzde doksan dokuzla kaybetmek?
“Neresiydi?”
“Çamlıhemşin.”
“Trabzon’un değil mi?”
“Rize… Rize’nin…” diyerek iyice yanıma yanaştı. “Elimdekilerin hepsini bir anda kaybediverdim. Şimdi buradayım…”
Bilardo toplarının üstündeki rakamların çoğu dokuz; ya da bana öyle gelmekte…
“Bu işler nasip,” dedim.
Ne deseydim ki?
“Her şeyin başı nasip,” dedi.
“Öyle,” dedim.
“Ben bu lokantanın yöneticisiyim,” dedi gülümseyen gözleriyle paspasına yaslanarak.
Her şeyin başı nasip işte…
Tek garsonlu lokantanın yöneticisi, rengarenk bilardo toplarıyla dolu kravatı, beyaz gömleği, açık mavi takım elbisesiyle kendi memleketinde belediye başkanlığı yapmak yerine, aynı kıyafetiyle, memleketin bambaşka bir köşesindeki kıytırık bir lokantanın yöneticiliğini yapıyor…
Ben garsonun getirdiği yemeği yemek için başımı önüme eğdim. O da ekmek kırıntılarını temizlemek için paspasını masanın altına uzattı. Kırmızı kravatındaki rengarenk bilardo topları yere düşmek üzereydi…
Nasip işte…


SEYAHATNAME DERGİSİ

0 yorum:

Sonraki Kayıt Önceki Kayıt Ana Sayfa