Blogger Template by Blogcrowds

Bir saniye...

Bir saniye…
Hep öyle olur ya…
“Bir saniye!” dersiniz, sonrada karşınızdaki kişinin dakikalarını alıp götürürsünüz; oysa bir saniyelik zaman dilimi ilk anda tükenmiştir…
Ben de “Bir saniye!” diyerek dikkatinizi hızla tükettiğimiz saniyelere yoğunlaştırmanızı istiyorum: İlk satırdaki başlığı okumanızın maliyeti yaklaşık olarak bir saniye; o satırı yazıyla yazmaya çalışsaydınız çok daha fazla saniyeye gereksinim duyacaktınız. Bir de kendinizi benim yerime koyarak, ‘Bu yazının başlığı ne olsun?’ diye düşünürken aklımdan dolananları anlamaya çalışın; doğrudan doğruya konuyu anlatabilecek bir başlık bulmalıyım, ama birkaç kelimeyi geçmemeli, aynı zamanda yazımı okumaya niyetli olanların dikkatini çekmeli, hem vurucu olmalı, hem de ucuz bir slogana dönüşmemeli…
Bir saniyeyi satırlara dökmeye çabalarken uçup giden dakikalar…
Daha yazılacak yüzlerce kelime olduğu halde bir saniyeden öteye gidememenin çaresizliği…
Yaşamda bizlere verilmiş olan bir saniyelerin bolluğuna bakarak ‘Feda olsun senin gibi bir yazıya binlerce saniye!’ diyerek birbiri ardına eklenen saniyeleri hovardaca harcamalı mıyız?
Bir saniye!
Bir saniye lütfen!
Burada bir günün ‘seksenaltıbindörtyüz’de birinden söz ediyoruz…
Bir yılın ‘otuzbirmilyonbeşyüzotuzaltıbin’inde birinden…
Bir yüzyılın ‘üçmilyaryüzelliüçmilyonaltıyüzbin’de birinden…
Az mı?
Çok mu?
Bir saniye için bu kadar kafa yormaya değmez mi?
Bir buçuk milyar saniyeyi kapsayan yaşamım gözlerimin önünden akıp geçerken, küçücük bir zaman dilimini anlatacak başlık dakikalarımı tüketiyor…
Her şey nasıl da görece…
Bir saniyenin hesabını yapıyor olmak içimi yaralıyor; zaman fakiri olmuşum farkına varmadan…
Yaş ilerledikçe cimrileşmişim…
Bencilleşmişim…
Yıl 1980...
O sıkıntılı yaz…
İlk beş yüz milyar saniyesi geride bırakılmış bir yaşam…
Deniz kıyısında uzanmış memleket meselelerinin dolu dolu aktarıldığı gazetelerden birini okumaktaydım; ötedeki beridekini öldürmüş, berideki de diğerleri tarafından öldürülmüş; birileri ölene, birileri öldürenin yakalandığına üzülüyor…
Ölenin bundan sonrasında hovardaca tüketebileceği bir saniye bile yok artık!
Öldüren için karanlık sorgu odalarında bir türlü saniyeler tükenmek bilmiyor; gün geçmiyor, saatler akıp gitmiyor, dakikalar bir milim yerinden kıpırdamıyor ki; bir saniye bile acıya katlanmak ne kadar korkunç!
Güneşin en tepeden olduğu saatlerde ölüm ilanlarına kadar gazeteyi okumuş, saatin kaç oluğuna defalarca bakmış, defalarca denize girip çıkmış, en sonunda akıp gitmeyen zamana teslim olarak, ‘Bu yaşam benim için hiçbir zaman bitmeyecek!’ sonucuna ulaşılmıştım…
Kendi ritminde akıp giden zamanın bana ayak uydurmak gibi bir derdinin olmadığını kavrayabilmek yıllarımı aldı. O günlerde sonsuz gibi görünen gelecek vardı. Bu gün ise kısa bir zaman dilimine sığdırılabilecek bir geçmişten söz ediyorum.
Buraya kadar gelebildiyseniz, bu yazının size maliyetinin yaklaşık üç yüz ya da dört yüz saniye olduğunu anımsatmak isterim. İlk başlığı gördüğünüzde başınızı çevirip geçebilseydiniz, bir saniyenizi bırakarak kurtulabilirdiniz; ama artık çok geç…
Umarım bıraktıklarınız, aldıklarınıza değer…

KOCAELİ DEMOKRAT GAZETESİ

0 yorum:

Sonraki Kayıt Önceki Kayıt Ana Sayfa